Genel

Kadın, Türban, Siyaset…

Türban özgürlük mü, tutsaklık mı?

5 Aralık Kadın Hakları Günü’dür.

Türkiye’de 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle kadınlar oy kullanma ve aday olarak seçilme haklarını kazandılar.

 Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte 1924’de tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak öğrenim birliği sağlandı. Kız ve erkek öğrenciler karma eğitim veren okullarda yetiştirilmeye başlandı. İki yıl sonra 1926’da Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Çok eşli evlilik yasaklandı. Kadın-Erkek eşitliği hukuksal olarak yasalara geçirildi. Kadınlar, 1930’da Belediye ve muhtarlık seçimlerinde oy kullanma ve aday olma haklarını kazandılar. Dört yıl sona da genel seçimlerde oy kullanma ve aday olma haklarını elde ettiler. Atatürk, kadınlar için şöyle diyordu:

Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta başarıdan çok; ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır! Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacağını aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.

Osmanlı’yı parmaklarında bir kukla gibi oynatmaya alışmış olan sömürgeci güçler, böyle “sizin seviyenize çıkacağız, çıkmakla kalmayıp sizi geçeceğiz” diye laflar eden;  özgüvenli, kendi ayakları üzerinde duran adamları pek sevmezler. Atatürk’ü de bu yüzden hiç sevmediler, ondan nefret ettiler. Atatürk’ün sağlığında onu yıkmak için 28 ayaklanma çıkarıp 25 kez suikast girişiminde bulundular.

Türk kadınının özgürleşme, çağdaşlaşma adımları Atatürk’ün ölümüyle birlikte sekteye uğratılarak bu günlere kadar gelindi.

AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin, Tuzla Belediye Başkanı Dr. Şadi Yazıcı’nın, sosyal medya platformu ınstagram üzerinden yaptığı Dünya Kadın Hakları Günü Özel Yayınında söyledikleri yankı yarattı.

5 Aralık, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesi ile alakalı bir gündür. Çok önemli bir gündeyiz. Fakat bu hakkın oy verme anlamında kullanılması 2013 yılına kadar olmuştur. Oy verme ile ilgili olarak. Ama 2013 yılında ilk defa 5 tane kadın milletvekilimiz başörtülü olarak meclise girdiler. Ama başörtülü olarak meclise girebilme yani seçilme hakkının gerçek manada kullanılması ilk defa 2015 seçimlerinde olmuştur. Bakar mısınız? Siz 1934’ten bahsettiniz. 35 neresi? 2015 neresi? Siz 80 yıl gasp ettiğiniz kadınların hakkıyla alakalı neredesiniz? Bunun içerisinde sadece seçme seçilme meselesi değil. Eğer Türkiye’de bu hakkın gerçek manada kullanılmasından bahsediyorsak, bunu hayata geçiren parti AK Parti’dir ve bunun öncüsü sayın Cumhurbaşkanımızdır.

Sayın Özlem Hanım; yanlış konuştuğu gibi insanları da yanlış bilgilendiriyor. Yaşanılan olaylar ne       çabuk unutuluyor. Bilindiği gibi başında örtüsüyle meclise ilk kez, ABD vatandaşı olan Merve Kavakçı girmişti. Bence onun bu alandaki çabalarını görmezden gelmek, ona karşı yapılan en büyük vefasızlık örneğidir. İkincisi, Merve Kavakçı’yı milletvekili yapıp meclise sokan Fazilet Partisi’nin çabalarını da yok sayıp, “ her şeyi biz yaptık, her işi biz başardık” tavırları en azından kibirlenme, kendine olağanüstü misyonlar biçme örneğidir. Sizin gibi Müslümanlara vefasızlık, kibirlenme, böbürlenme hiç yakışmıyor(!).

Özlem Zengin’in konuşması medyada haber olunca bir tartışma başladı ki sormayın gitsin. Herkes kendi meşrebince konuya girdi. “Kadınlara seçme, seçilme hakkını R.T. Erdoğan verdi.” biçiminde anlayanlar farklı yorumlarda bulundular. Haberi bu tarzda veren liboş T24, Özlem Zengin’den özür diledi. Bunun üzerine T24’ün özür dilemesi; Yeni Akit, Kanal 7, Sabah gibi muhafazakar kesimlerde sevinçle karşılandı. Ardından 8 Aralık günü Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök de tartışmaya katıldı.

Zengin’in “gasp etme” sözüne takılan yazarımız:“…Önce şunu kayda geçirelim. Bu ülke, yani Türkiye Cumhuriyeti, seçilmiş bir kadını başbakanlık koltuğuna oturtan ilk ülkelerden biridir. Tansu Çiller’i yani…” diyerek ABD vatandaşı Çiller’e güzellemede bulundu. Sağcı Çiller’den sonra da sözü solcu Behice Boran’a getirerek onun çektiği sıkıntıları bir güzel anlatıp sözü şöyle bağladı: “…Bu ülkenin geçmişinde, bugüne kadar siyaset yapmış her kesimin, her kuşağın, hepimizin utanacağı çok sayıda hak gaspı vardır. Adaletsizlik, vicdansızlık, hukuksuzluk, acımasızlık vardır. Bu kollektif ayıplardan sadece kendimize ait olanı öne çıkarıp kurtulamayız.”

Öncelikle şunu belirteyim; dünyada tüm toplumsal kesimleri, sınıfları hoşnut edecek bir sistem daha henüz icat edilemedi. Bugün den sonra da edileceği yok! Bu yüzden siyasette “herkesin utanacağı”, “kollektif” bir ayıp da olamaz. Ancak sınıfların, kişilerin, grupların ortak “ayıplarından” söz edilebilir. Bu yüzden Cumhuriyeti kuran kadroların Meclise yalnızca “başı açık” kadınları almalarında; utanılacak bir taraf yoktur.  Her sınıf ve kadro iktidara kendi kurallarıyla gelir ve o kurallarını uygular. Kemalistlerin de bir programı vardı ve onu uyguladılar.  Özkök genelleme yaparak, Atatürk dönemini de işin içine katarak o kadroları ağır biçimde suçluyor. Demokrasi budalası, her gelen iktidara uygun laf etmeyi beceri sayan Ertuğrul Özkök’e yazının ilerdeki bölümünde yeniden yer vereceğimden onunla ilgili eleştirilerimi şimdilik burada kesiyorum.       

Muhafazakar çevrelerin kendi aralarındaki sen ben kavgalarını onlara bırakarak Özlem Hanım’ın yaptığı daha büyük haksızlığı, yanlışı dile getirmek istiyorum. O da şudur:  Sayın Avukat Hanım, başı açık kadınları kadından saymıyor. TBMM’de görev yapmış, seçilmiş kadınların başları açık olduklarından ne kadar faziletli, ne kadar yurtsever olurlarsa olsunlar gerçek manada kadınları temsil etmediklerine inanıyor. Seçilme hakkının kullanılması için mutlaka seçilen kadının başının kapalı olması gerektiğini söylüyor. “ Kadın, başı kapalıysa kadındır. Kadının başı açıksa başka bir şeydir” söylemini,  anlayışını bazı tarikat şeyhlerinin akıldışı ve hakaret dolu vaazlarından gayet iyi biliyoruz.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimlerle kadınlarımız, birçok Avrupa ülkesi kadınlarından önce bu haklara kavuştular.  Kurtuluş Savaşı sonrası yıkıntılar üstünde kısa dönemde büyük başarılara imza atıldı. Bir yanda Osmanlı’nın Cumhuriyete kalan borçları ödenirken diğer yandan kendi gücüne güvenerek modernleşme yolunda adımlar atılıyordu. Eğitim, kültür alanındaki devrimlerle yeni insanın yaratılması hedefiyle hareket ediliyordu. Fakat ne yazık ki Türk kadınının çağdaşlaşma mücadelesi Atatürk’ün öldürülmesi ile sekteye uğratıldı. Ondan sonra yönetime gelen iktidarlar; uyguladıkları politikalarla her alanda yaptıkları gibi kadın hakları alanında da kadınları geriye götürdüler.1938’den sonraki tarihimiz, genelde toplumun geriye götürülmesi, özelde kadınların bilincinin karartılıp yozlaştırılması tarihidir. Toplumun yarısını oluşturan kadınları işin içine katmadan toplum değiştirilip dönüştürülemez. İşte bunun farkına varan gerici çevreler de önce kadınlara el attılar. Yazının bundan sonraki bölümünde Türkiye’de bu değişimin nasıl gerçekleştiğini anlatmaya çalışacağım.

2. Dünya Savaşı 1939’da başladı. Savaş öncesi dönemde savaş hazırlıkları yapan emperyalist ülkeler silahlanmaya hız verirlerken aynı zamanda da kendi cephelerini örüyorlardı. Dünyada oluşmuş hiçbir cepheye katılmayan, kendi çıkarlarını savunarak emperyalistlerin oyuncağı olmak istemeyen, kendi sanayisini oluşturmaya başlayan ve aynı zamanda Türk ulusunu inşa sürecinde kültürel atılımları yapan bir Türkiye emperyalistlerin hedefindeydi. Özellikle de bu ekonomik, kültürel değişimin öncüsü, fikir babasıolan M. K. Atatürk, uluslararası bir komplo ile öldürüldü. Bu tertibin içinde onun en yakınında bulunan dava arkadaşları(!) yer alıyordu.

Atatürk’ün ölümünden altı ay sonra Türkiye 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile deklarasyon imzaladı. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine anlaşma ile ilgili olarak, ”Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini” söylüyordu. Devlet kadrolarından Atatürkçüler tasfiye edildi. Atatürk döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, ilk inkılap dersleri vermiş Prof. Hikmet Bayur, yapılanları şöyle anlatıyor: “…Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela, Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.”

2. Dünya Savaşı’nın galibi ABD’nin isteği doğrultusunda çok partili hayata geçildi. Yine Batılıların isteği doğrultusunda Dünya Bankası, IMF, NATO gibi uluslararası kuruluşlara üye olundu. Yapılan ikili anlaşmalarla ulusal egemenlik ABD’ye teslim edildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetlere karşı din silahını kullanma kararı alarak o ünlü yeşil kuşak projesini uygulamaya başladı. Türkiye’de de toplumun ve eğitimin dinselleştirilmesi için harekete geçildi. İsmet İnönü döneminde ders müfredatına din dersleri konuldu. Arusi Tarikatı devlet kadrolarına yerleştirildi. Komünizmle Mücadele Cemiyeti (1952) kuruldu. Eski Alman işbirlikçisi Said-i Nursi, doğru adıyla Said- Kürdi saklandığı yuvasından alınıp piyasaya sürüldü. Abdullah Öcalan, “ …Nur Hareketini inceleyin, Said-i Nursi, eski Nurs köyündendir.  Eski bir Ermeni köyüdür. Teşkilat-ı Mahsusa’ya girdi, sonradan Mustafa Kemal ile takıştı…” (İmralı TutanaklarıSay:232) diyordu. Biz bu açıklamadan, Kürt diye tanınan Said-i Nursi’nin bilinenin aksine Ermeni olduğunu öğreniyoruz. Ergün Poyraz,( İhanet ve Darbe-Bilgi Yayınevi- Say:189) “ Said-i Kürdi’nin Nur Risaleleri,  Bahailerin Kitab-ün Nur kitabından aşırılmıştır.” tespitinde bulunuyor. Devlet eliyle şeriatçı akımlar beslenip büyütüldü.

…Menderes gibi politikacılar, 1949’da Sivas’ın ünlü Nakşibendi Şeyhi İsmail Efendi’yi ziyaret edip elini öpmüşler, daha sonraları Said-i Nursilerden medet ummuşlardır. Ticanîler Meclis’te Arapça ezan okuyacak cesareti bulmuşlardır. Şeriata dönüş isteyen, hilafeti ve Abdülhamit’i savunan yayınlar alıp yürümüştür. Atatürk heykelleri kırılmıştır… Amerikalı uzmanlar, İslamiyet yoluyla komünizmi önlemeyi planlamışlardır. Din istismarcılığı için okullara din dersi konulması, türbelerin açılması, yeniden İlâhiyat Fakültesi kurulması, Kur’an kurslarının yaygınlaşması, Atatürk döneminde öğrenci bulamayarak kapanan imam-hatip okullarının aydın din adamı yetiştirme gerekçesiyle yeniden canlandırılması vb. gibi yollara başvurulmuştur.”

Doğan Avcıoğlu- Türkiye’nin Düzeni- (Say: 386)

 Demokrat Parti zamanında Türkçe ezana son verilerek Arapça ezana geçildi. Necip Fazıl Kısakürek’e Örtülü ödenekten 147 bin lira verilerek dinci dergi gazete çıkarması sağlandı. Genel Kurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış emekli korgeneral İsmail Hakkı Pekin, 10 Aralık 2018 yılında Oda TV’de verilen haberde: Fetullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi’nin 1959 yılında Özel Harp Dairesi’nde görevlendirildiklerini söylüyordu. Mehmet Şevket Eygi, özellikle 1966 yılında çıkardığı Bugün gazetesindeki yazıları ile meşhurdur. İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eden gençlerin üstüne gericileri saldırtarak bilinen Kanlı Pazar’a neden olmuştu. Başarısının ödülü(!) de Arabistan’dan Almanya’daki hesabına yatırılan 350 bin dolardı.(Cengiz Özakıncı- İblisin Kıblesi –Say:64) Dinci tarikat ve cemaatler yurtdışı ve yurt içi mali kaynaklarla beslenip büyütüldü. Konumuzla ilgili olarak geçmiş tarihimizin önemli kişilerden biri de hiç kuşkusuz Şule Yüksel Şenler’di. Türkiye’nin ilk türban eylemcisi olan Şenler, Mehmet Şevket Eygi ile birlikte il il dolaşarak kadınlara verdikleri konferanslarda kapanmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Bu konferanslarda Cemile adında bir kadın yanlarında oluyordu.

Cemile adındaki bu kişi kimdi?

Şule Yüksel, yazdığı “Hidayet”adlı kitabında Cemile’yi tanıtır. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya geçmiş Alman asıllı Rotraud Scheer’den başkası değildi. Kitapta ondan vaftiz adıyla Maria olarak söz eder. Rotraud, o zamanlar Almanya’ya Said-i Kürdi tarafından gönderilen Konyalı Muhsin Alev’den etkilenerek(!) Müslüman olmuştu. Muhsin Alev, Almanya’da Risale-i Nur’u bastırarak Türkiye’ye gönderiyordu.

…Muhsin Alev, Doğu Alman göçmeni Rotraud Scheer’le Müslüman olduktan sonra 1961’de evlenmişti. Rotraud Scheer;  Müslüman olduktan sonra Cemile adını almıştı. 1962’de bu çiftin ilk çocukları Selim Said Hamdi dünyaya geldi. 11 Aralık 1965’de ikinci çocukları Anisa Saida Nuriye dünyaya geldi. Almanya’da ikamet eden Nur talebesi Muhsin Alev, hem Türk devletinin kendisine verdiği özel ve gizli görevi yerine getirirken diğer taraftan da Nur Risaleleri’nin basımı ile meşgul oluyordu. Eşi Cemile Rodraud Scheer’in Türkiye’ye gelişi ve Şule Yüksel Şenler ile tanışması, birlikte Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde başörtüsünü tanıtan konferanslar serisini başlatmaları 1967-1968 yıllarını kapsar.

Ömer Çelikdönmez, dik GAZETE.com -02 Eylül 2019

Şule Yüksel Şenler, Ermeni bir terzinin yanında çalışırken kendine has olan başörtüsünü tasarladığını söylüyor. Kamuoyunda “Şulebaş”, “Sıkmabaş” diye ünlenen örtüsüyle tanınmaya başladı. Aynı zamanda Bugün Gazetesinde yazılar yazıyordu.

Şenler, Türkiye çapında düzenlenen kitlesel kadın örtünme toplantılarında Alman kadınla birlikte boy gösterip onu örnek göstererek, ‘Bakın o bir Doğu Almanyalı komünist iken Müslüman olduktan sonra tepeden tırnağa örtülü dolaşmaktadır, siz ki Müslümansınız, niçin örtünmüyorsunuz!’ diye haykırıyordu. Dahası, bu ‘örtünme’ toplantılarına Maria’nın 6 yaşındaki oğlu da götürülüyor, bacak kadar çocuk mikrofonu kapıp Türk kadınlarını tıpkı annesi gibi örtünmeye çağırıyordu. 6 yaşındaki oğlunun Türk kadınını çarşafa ve türbana sokmakta en az annesi çapında başarılı olduğunu anlatırken şöyle diyor Şenler: ‘Maria (Cemile)’nin 6 yaşındaki oğlu nasıl olduğunu anlayamadım, yanımdaki sandalyesinden fırladığı gibi mikrofonu elimden kaparak, o yarım yamalak ve bozuk şiveli Türkçesiyle: ‘Dur, bana ver onu. Ben bişey söyliyecem şimdi,’ dedi ve hanımlara hitaben şöyle haykırmaya başladı: Sen…ey Müslüman! Sen …namaz kılmıyoğ? Yazık sana…Sen ey Müslüman! . Sen domuz eti yiyoğ? Haram, cehennem!..Sen ey Müslüman… Sen içki içiyoğ… Yazık, çok yazık…Sen ey  Müslüman kadın!. Sen, yüzünü, gözleğini, dudaklağını, böyle boyuyoğ, başörtü takmıyoğ, mini etek giyiyoğ, çıplak geziyoğ, .. Tuuu!…Sana lazım cehennem!…’ Önce derin bir sükut ve hayret ifadesi…arkasından büyük bir alkış tufanı koptu salonda. Bazı genç kız ve hanımlar, bu küçücük çocuktan, üstelik Alman asıllı bir annenin yavrusundan duymuş oldukları bu ibretli sözler karşısında gözyaşlarını ve boğazlarında düğümlenen hıçkırıkları zaptedememekteydiler.”

Cengiz Özakıncı- İblisin Kıblesi Kitabı – Otopsi Yayınları-(Say: 70-71)

Yurdun değişik illerinde yapılan kadınların örtünme toplantı haberleri Bugün gazetesinde yayımlanıyordu. Alman ajanı Rotraud Scheer, Türk kadınının örtünmesi için ne gerekliyse onu yerine getiriyordu.

Şule Yüksel ve Alman Maria kadınlara gidilmesi gereken yolu göstermek için il il dolaşırlarken bir başka kadın da aynı uğurda mücadele ediyordu. “Bu kadın kimdi?” diye soracak olursanız hemen söyleyeyim, o kadın; Hatice Babacan’dı. Şimdiki Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın halası oluyordu. Ergenekon operasyonlarında çok önemli görevleri yerine getiren Taraf Gazetesi köşe yazarı Yahudi asıllı Roni Margulies, bir yazısında Hatice Babacan’ın Yahudi olduğunu belirtiyordu. Başörtülü Hatice Babacan 1967 yılında, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki derslere başındaki örtüyle girmeye kalkınca senato kararıyla üniversiteden atılmıştı.

Türkiye’de o yıllarda dinci örgütlenmeye hız verilirken diğer yandan sağ-sol çatışmalarıyla insan kaynakları yok ediliyordu. 1980’e gelindiğinde ordu yönetime el koydu. Darbenin başı Kenan Evren, 2. Atatürk olmuş(!) ortalıkta geziniyordu. O dönemde üniversitelere yeni bir biçim verildi, YÖK kuruldu ve başına da İhsan Doğramacı getirildi. Doğramacı yıllar sonra Haberturk televizyonunda türban konusunda şunları söylüyordu:

Evren bana bir gün, ‘ Kabine üyelerinin birisinin hanımı (Mehmet Keçeciler’in eşi) ne güzel, gayet çağdaş şapka gibi bir şey giyiyor, ne kadar medenice, bari başını örtmek isteyen başını bu şekilde örtse ne iyi olur’ dedi. Lügat kitaplarına baktık, Fransa’da ‘türban’ diyorlar. Bone gibi bir şey.  Başını kapatmak isteyenler için bu önerildi. Şu an başörtüsü unutuldu, türban gündeme geldi. Birisi saçının görünmemesini istiyorsa ve bunu medeni olarak yapıyorsa bence ona yasak yok…

https:/bianet.org/bianet/bianet/107522-1968-de-basortusu-ilk-fakulte-isgalı-80-lerde-turban-ve-kenan-evren

Tarikatları, cemaatleri destekleyen, zorunlu din derslerini getiren Kenan Evren, türban konusunda başka bir zamanda şöyle konuşuyordu:

Peki nereden çıkmış bu türban, İran’daki o ilk gelen Humeyni bunu soktu. Humeyni, 1979’dan sonra dehşetli para harcayarak bizim Türkiye’deki genç çocukları, kızları da bu yola sürükledi. İşte o halen devam ediyor. İran’a hasret duymuşuz sanki. İran’a benzemek istiyoruz, inşallah bundan kurtuluruz.

Bianet.org

Yalanın bini bir para. Ergün Poyraz, İhanet ve Darbe kitabında Fetullah Gülen’i anlatır. Gülen’in babasının Ermeni, annesinin de Yahudi asıllı olduğunu belirterek önemli bilgiler verir. 1980’de darbe olduğunda Fetullah Gülen İzmir’dedir. Sıkıyönetim komutanı amiral, Gülen’i tutuklatır. Sıkıyönetim Komutanını önce Deniz Kuvvetleri Komutanı, sonra Kara Kuvvetleri Komutanı arar. Ortak istekleri Fetullah Gülen’in serbest bırakılmasıdır. Komutan direnip isteği yerine getirmeyince bu kez arayan Kenan Evren’dir. Kenan Paşa’nın telefonundan sonra Fetullah Gülen serbest bırakılır.

Amerikalıların, “bizim çocuklar” dediği darbeci generaller, Türkiye’nin dinci bir rotaya girmesi için ortaklarıyla, ne gerekiyorsa onu yaptılar. Bülent Ulusu, Özal ve koalisyon hükümetleri dönemlerinde hep bu amaca hizmet edildi. Türk toplumu  adım adım değiştirilip, dönüştürüldü. Daha 1700’lerde İngilizler, Müslümanlığın olduğu bölgelerde kendilerine bağlı tarikat ve mezhepler yaratıp, bu örgütlenmeler üzerinden isteklerini gerçekleştirmişlerdir. Arabistan’da ortaya çıkan Vehabilik bir İngiliz yaratımıdır ve Suudi Arabistan’ın resmi devlet görüşüdür. Birinci ve 2. Dünya Savaşları dönemlerinde Almanlar da bu konuya el atıp İslam dinini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan tek süper devlet olarak çıkan ABD, diğer emperyalist ülkelerin deneyimlerini de içselleştirerek yeryüzünde çalışma içinde olan her dine mensup tüm tarikat ve cemaatlerin yeni efendisi olmuştur. Bu cümleden hareketle diğer ülkeler dini örgütlenmelerle ilgilenmiyorlar sonucu çıkarılmasın. Buradaki kastım bu işin liderliğinin ABD tarafından yapıldığının altının çizilmesi gerektiğine yöneliktir.  Bu konuda, ABD’nin dışında İngiltere, İsrail, Almanya gibi ülkeler oldukça başarılıdırlar.

Türkiye’de faaliyet gösteren Nurculuk, Fetullah Gülen Hareketi, Adnan Hoca Hareketi, Menzil vb. gibi dinci örgütlenmeler emperyalizm tarafından üretilmiş olup onlar tarafından yönetilmektedirler. Bu dini örgüt yöneticilerinin ortak olan özelliklerinden biri de bu kişilerin Türk kökenli olmamalarıdır. Yurdumuzdaki tarikat ve cemaatler kendilerine düşman olarak;  materyalist felsefeyi ve komünist düşünceyi hedef aldıklarını, siyonizmle, sömürgecilikle bir işlerinin olmadığını, aksine bu düşmanlarla mücadele ederken Batı dünyasıyla birlikte hareket ettiklerini yazıp, söylemeleridir.

Türban Hareketinin Türkiye’de en tanınmış ikinci kişisi, Şule Yüksel’den sonra gelen Merve Kavakçı’dır. Cumhuriyetin modernleşme sürecine düşman bir ailede yetişmiştir. Gürcü asıllı babası 1970’li yıllarda Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığı yapmıştı. Anne ve baba 1974 yılından sonra üniversitelerde ilk türban eylemi yapanlar arasındadır. Babası, siyasal tutumlarından dolayı işten el çektirilince ABD’ye gitti, yerleşti. Daha sonraları Kavakçı da babasının yanına gidip eğitimini sürdürdü. CIA İstasyon Şefi, Graham Fuller’in yakın dostluğunu kazanarak ABD’de birtakım siyasi faaliyetlerde bulundu. Mayıs 2005’te ABD’deki Northwestern Üniversitesinde, “Türkiye’deki Adaletsizliği Oraya Koymak” başlıklı toplantıda şöyle diyordu:

Türk hükümeti dine karışıyor, dini kontrol ediyor hatta dini değiştiriyor… Aşırı laik Türkiye’de yeni bir sosyal sınıf yarattı; başörtüleri nedeniyle kurban haline gelen kadınlar…”

https:/halkweb.com.tr/fetonun-kefili-graham-fuller-ile-merve-kavakcinin-dikkat-ceken-iliskisi/

Amerikalı uzmanlarla, Fetö ile sağlanan sıkı dostluk, Merve Kavakçı’ya 5 Mart 1999’da ABD vatandaşı olmayı getirdi. Amerika’dan Türkiye’ye dönen Kavakçı, Refah Partisi’ne katıldı. Partinin kadın kollarında görev yaptı. Refah Partisi kapatılınca yerine kurulan Fazilet Partisi’nin İstanbul milletvekili olarak parlamentoya seçildi. Mecliste türbanıyla yemin etmeye kalkınca DSP’li milletvekilleri tarafından protesto edildi. Meclis toplantı salonundan çıkarılan Kavakçı aynı zamanda vatandaşlıktan da çıkarıldı. Meclis’te yanında olan ve onu kahramanca(!)  savunan Nazlı Ilıcak’tı. Ecevit, “Burası Cumhuriyete meydan okunacak bir yer değildir. Bu hanıma haddini bildiriniz.” diyordu. Merve Kavakçı, Nazlı Ilıcak ve Fazilet Partisi milletvekilleri türban bayrağıyla meydan okuyorlardı. Ecevit gibi politikacıların bir taraftan Fetullah Gülen’i, açtığı okulları öven demeçleri, diğer taraftan karşı duruşlarındaki tutarsızlıklarla o günlere kadar gelinmişti. Artık siyasal İslam, hak talep etmekten bir adım daha öteye geçerekiktidar koltuğuna elini uzatıyordu. Nitekim, çıkartılan 2001 krizi ile merkez sağ çökertilerek, AKP iktidara taşındı. 2007 yılı ile de siyasal İslam Türkiye’de iktidar oldu. Merve Kavakçı’nın yarım bıraktığı işi kız kardeşi Ravza Kavakçı, AKP milletvekili olarak tamamladı.

Cumhuriyetin yıkılmasından sonra FETÖ ile anlaşmazlık çıkınca “Fetö Operasyonları” kapsamında Nazlı Ilıcak da tutuklandı. Bu tutuklamaya çok üzülüp, kahrolan Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki köşesinde şunları yazıyordu:

O günü hatırlıyorum. 2 Mayıs 1999 günü… Türkiye’nin utanç gecelerinden biriydi. Benim de utanç gecemdi… Meclise başörtüsüyle giren bir kadın milletvekili, nerdeyse sille tokat dışarı çıkarılmış ve biz laikler de sesimizi çıkarmamış, hatta kadın milletvekilini eleştirmiştik. O gece orada o kadının arkasında Refah Partisi’nin erkek milletvekilleri bile durmamıştı. Sadece bir kadın milletvekili vardı onu destekleyen… Ve o da başı açık bir milletvekiliydi. Nazlı Ilıcak’tı o… Milletvekilliğini kaybetme pahasına yanında durmuştu Merve Kavakçı’nın… O Nazlı Ilıcak ki 27 Mayıs’ta askeri darbeye karşı savaşmış… 12 Eylül’de askeri darbeye karşı savaşmış… 28 Şubat’taki haksızlıklara karşı durmuş kadındı. Bir dönemin utanç belgesi olan ‘Andıç’ olayını ortaya çıkaran kadındı.

Hürriyet Gazetesi-07 Ekim 2016

Amerikan elçisinin sadık dostu, FETÖ’cü, siyasal operasyonların baş görevlisi Nazlı Ilıcak bu satırları okuyunca ne düşündü bilemem ama Ertuğrul Özkök gibi laiklerin(!) sayesinde bugünlere gelindi. Kimisi Şanar Yurdatapan gibi türban takıp eylem yaptı, kimisi de gazetelerde yazı yazarak, “türban özgürlüğü” ne destek sundu. Sol partiler, liberaller, Türkiye’de yıllarca insanları yanıltarak, siyasi ahmaklıkla; siyasal İslam’ı iktidara taşıdılar. Şimdi de oturmuşlar, “Ya seçimle gitmezlerse ne olacak” kaygısını yaşıyorlar. Tek umutları kaldı o da ABD’de seçimi kazanan Biden.  Amerika Birleşik Devletleri’nden dünyanın yani patronu Biden  pelerinini takıp Süpermen edasıyla  gökyüzünde uçarak Türkiye’ye gelip, kötülerle savaşarak, içine düştükleri .ok çukurundan iflah olmaz şaşkınları kurtararak, onlara demokrasi bahşedecek.

Merve kavakçı şimdi, 2009’da ABD’den aldığı “Dünyanın En Etkili 500 Müslümanı” ödülüne bakıp bakıp, Kuala Lumpur Büyükelçisi olarakgörevini kusursuz yerine getiriyor. Bundan 15 yıl önce “Dinler İçin Becket Fonu” tarafından ABD Senatosu’nda bir sergi düzenlenmişti. “İnsan Vücudu” adıyla açılan sergide Merve Kavakçı’nın TBMM’de taktığı o türbanı gösterilmişti. Sergi afişlerinde Merve Kavakçı’nın gözü yaşlı bir resmi, Türk polisinin bir kızın türbanını çıkartırken çekilmiş bir fotoğrafı sergide yer almıştı. Serginin davetiyesinde:

Biz vücudumuzu kapatan semboller ve kıyafetlerle inancımızı ortaya koyuyoruz. Ancak pek çok ülke şimdi kamu binalarında ya da okullarda inancın gösterilmesini yasaklıyor. Hatta bazıları işyerlerinde de yasaklıyor.

Ccnturk.com/2005/dünya/10/25/kavakcinin.turbani.abdde.sergileniyor/135193.0/index.html

diyordu. 

Bu sergiyi düzenleyenler çok büyük bir vefasızlık örneği sergilemişler. Öyle görünüyor ki siyasal İslamcılarda vefasızlık, genel bir davranış haline gelmiş. Ertuğrul Özkök, içeri düşen Nazlı Ilıcak’ı bir kere bile aramayan, içerde onu ziyaret etmeyen Merve Kavakçı’yı vefasızlıkla eleştiriyordu. Bizim memlekette vefasızlık, değer bilmezlik gibi olumsuz davranışlar diz boyu. Türkiye’de türban için yalnızca Şule Hanım, Merve Hanım, Hatice Hanım gibi İslamcılar mı mücadele ettiler? Hani çakma solcularımızın, liberallerin görülmeyen emekleri?  Bence, Amerika’da ki türban sergisinde Şanar Yurdatapan’ın da türbanı mutlaka yer almalıydı. Ayrıca türban eylemlerini destekleyen liberallerin, dönek solcuların hazırladıkları “türbana özgürlük” adlı imza kampanyası imza metni,  Deniz Baykal’ın çarşaf üstüne rozet takan fotoğrafı olmalıydı. Yetmez, Kılıçdaroğlu’nun, “Laiklik tehlikededir diyemem”, “Bu memlekette başörtüsü sorununu asıl biz çözdük, türbana özgürlüğü asıl getirdik” sözleri bir plaketin üstüne yazılıp Merve Kavakçı’nın türbanının yanında mutlaka sergilenmeliydi.

Bugünün Türkiye’sinde bir buçuk milyon çocuğumuz ve gencimiz medreselerde eğitim alıyor. Yüzbinlerce çocuk kayıt dışı olarak sıbyan mekteplerinde geleceğe hazırlanıyor. Milli Eğitim Bakanlığı tarikat ve cemaatlerin eline terk edilmiş durumda. Çocuklarımızın nasıl bir eğitim alacağına onlar karar veriyorlar.  Masum(!), üniversitelerde okuyan kız öğrencilerin küçük bir talebi olarak başlayan bu sürecin nerede sonlanacağını kimse bilmiyor. Gelen sistem, herkese tarzını dayatıyor. “Boğuluyoruz, nefes alamıyoruz!” feryatlarını duyan yok!

Yazının başında; her sistem, her dünya görüşü kendi yaşam tarzını dayatır demiştim. Kemalistlerin modernleşme çabalarını ırkçı, faşist, dayatmacı bulanlar, önlerine şapkalarını koyup; “Biz nerede hata yaptık, Doğru olan tavır ne?” gibi soruların yanıtlarını bir güzel düşünsünler.  

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

  ⁄  3  =  3

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.