Son yıllarda başımızı hangi yöne çevirirsek çevirelim; karşımıza geçmişi, Osmanlı’yı çağrıştıran bir uyaranla yüzyüze geliyoruz. Her tarafta; Osmanlı tuğraları, armaları, dil kursları, Osmanlı yemekleri, diziler, sinema filmleri,demeçler, toplantılar, sempozyumlar…Milletçe, “Yeni Osmanlı”ya doğru var gücümüzle koşuyoruz. Yapılan hazırlıklar son aşamaya geldi. Devlet erkânının, eski Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkıldığını ve eskisi gibi ihtişamlı(!), “Yeni Osmanlı Devleti’nin kurulduğunu ilan etmesine az bir süre kaldı.
Bilindiği gibi; Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında saf tutarak girmişti. Yapılan bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu; (Vikipedi kaynaklı bilgiye göre) asker ve sivil olarak nüfusunun %15,36’nı yitirdi. Tek başına askeri kayıpları; 2,825.000 ile 3,271.000 arasında değişiyordu. Bu rakamlarla Osmanlı Devleti; Rusya, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden daha fazla insan kaybına uğramıştı. Osmanlı Devleti; farklı uluslardan, milliyetlerden insanları içinde barındıran bir devletti. 1774 yılında Ruslarla yapılan savaş sonucunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Hırıstiyanlar askerlikten muaf tutulmuşlardı. Yahudi, Ermeni, Rum gibi Müslüman olmayan kesimler Osmanlı devlet bürokrasisinde egemen oldukları gibi; parayı, ticareti ellerinde tutuyorlardı.Bu adı anılan kesimler az bir para karşılığında askerlik yapmıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sürecinde Arapların saf değiştirerek İngilizlerle birlikte hareket etmeleri sonucu her zaman olduğu gibi yine savaşlarda ölmek, Türk insanın boynuna kalmıştı.
Şevket Süreyya Aydemir, öğretmen olarak yetiştiği 1. Dünya Savaşı yıllarında orduya katılarak çeşitli cephelerde subay olarak görev yapmış, 1917 Ekim Devrimi’ne katılarak Sovyetler Birliği’nin ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşlarına tanıklık etmiş bir yazarımızdır. Sonradan hayatını, deneyimlerini anlattığı; “Suyu Arayan Adam” kitabını kaleme almıştır. Kitabın, 109,110,111. Sayfalarında Osmanlı Ordusu, askerlerinin kendi kimliklerine dönük algılarının nasıl olduğunun anlatıldığı bölüm, bugün açısından da önemini korumaktadır. İlgili bölümü bilginize sunuyorum:
“Yaz sonuna doğru, alayın makineli tüfek bölüğüne geçtim. Bu bölük, o sralarda ihtiyatta olduğu için, askerleri siper dışında ve başka cephelerinden de tanımak imkânını buldum. İlk işim,talim saatlerinden başka bir de ders saatleri ayırmak oldu. O sıralarda savaş biraz tavsamıştı. Bölüklerin mevcudu, arkadan gelen yeni kuralarla arttırılıyordu. Bugün ordunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir.Fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu.Daha ilk derste belli oldu ki bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum:
–Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden:
–Elhamdü-l-illah Müslümanız,
diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi “İmam-ı âzam dinindeniz” dedi. Kimisi “Hazreti Ali dinindeniz” dedi. Kimisi de hiç bir din tayin edemedi. Arada:
-İslamız,
diyenler de çıktı ama;
–Peygamberimiz kimdir?
deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
–Peygamberimiz Enver Paşadır! dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:
-Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?
deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce , diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
–O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,
diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiç bir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenler de:
-Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?
denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinemeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Sonra:
–Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,
dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kur’an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
–Biz hangi milletteniz,
deyince her kafadan bir ses çıktı:
–Biz Türk değil niyiz?
deyince de hemen:
–Estağfurullah!..
diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “estağfurullah” diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onun her halde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.
Anadolu’da vaktiyle binlerce, onbinlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakiki saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki korku hâlâ yaşıyordu…
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir. Hele iş, vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bir dizi devrimler gerçekleştirildi. Yapılan “Harf Devrimi”nin, “…bizi bir gecede cahil bıraktığı”, “ mezar taşlarını okuyamaz hale getirdiği” safsatalarını öne sürenler oldu. 1913 yılında yapılan nüfus sayımına göre Osmanlı’da okuryazarlık oranı %5’i geçmiyordu. Devşirme, Türk düşmanı olan Osmanlı yöneticilerinin yüzyıllarca Türk halkını bilerek cahil bırakmışlardı. Aradan yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra yine Türk ulusu, bilimdışı safsatalarla çağın dışına itilmektedir. Toplumsal çevremizde, Şevket Süreyya Aydemir’in yüz yıl önceki askerlerinin benzerlerini sıkça görmeye başladık. Bilerek cahil bırakılmış toplumları yönetmek çok kolaydır. Cehaletin kör karanlığına karşı bilimden yana olmak, bize dayatılan sürüde koyun olma tekliflerini elimizin tersiyle itelim.