Genel

Mülteci, İltica, İstila… (1)

Partiler, “Suriyeliler kalsın” diyor.

              “Suriyeliler”, “Mülteciler” sorunu, Horozlu Ayna sayfalarında değişik yönlerden ele alınıp işleniyor.  Mizahi yönünü ele alıp değerlendiren arkadaşların yanında, işin siyasi boyutunu ortaya koyan arkadaşlarımız da var. Öyle görünüyor ki, bu sorunla ilgili olarak Türkiye’nin durumunda çok köklü dönüşümler yaşanmadığı koşullarda daha çok yazıp çizeceğiz. Bilindiği gibi, başını ABD’nin çektiği Atlantik Emperyalizminin yarattığı bir sorundur “Mülteciler Sorunu”… Bu belanın en çok yıkıma uğratacağı ülkelerin başında da Türkiye geliyor. İlgili-ilgisiz, sorumlu-sorumsuz Türkiye’de yaşayan herkes bu sorun hakkında konuşarak, tavır almak zorunda kalacak. Çünkü Türk vatandaşı olan herkesin milli gelir pastasından alıp yemesi gereken dilimler, bir oldubittiyle başkalarına yediriliyor. Şu ana kadar bütçeden yabancılara aktarılan para 60 milyar doları aştı. Üstelik daha ne kadar harcanacağı da belli değil. İşin parasal kayıplarından daha kötüsü,  toplumsal yapımızda yaratacağı yıkım olacak.  Hem cebimizi, hem kimliğimizi çok yakından ilgilendiren bu konuyla ilgili olarak, “Suriyeliler Konusunda Kim Ne Diyor?” başlıklı yazımda olayı siyasi yönden ele alıp değerlendirmiştim. (link bağlantı) 17 Ağustos 2019’da kaleme aldığım yazının üstünden aylar geçti. Ülkemizde, çevremizde yeni gelişmeler oldu. O yazıda değinemediğim bazı konuları ele alıp, yeni gelişmelerle birlikte değerlendirmek istiyorum.

Bilindiği gibi,  Suriyelilerin, Türkiye’ye ilk gelişleri 2011 yılında başladı ve her yıl artan bir oranda da devam ediyor. Ülkemizde yaşayan Suriyelilerin sayısını biz vatandaşlar olarak bilemediğimiz gibi, devletin kendisi de bilmiyor. Kayıt altına alınmayan kaçak geçişlerle birlikte 4 milyonla, 8 milyon arasında rakamlar ortaya atılıyor. Son günlerdeki siyasi gelişmelerle birlikte İdlib’ den gelecek 1 milyondan fazla mülteciyi de eklediğinizde sayının kaça ulaşacağını varın siz hesap edin.

Güneyden gelen Suriyeli, Iraklı Arapların yanında; doğu illerinden yurdumuza giren Afgan uyruklu misafirlerimiz(!) de oldu. Resmi makamlarca, şu ana kadar gelen Afganların sayısının 500-600 bin arasında olduğu açıklanıyor. Yandaş basının söylediğine göre Afganlar, ülkelerindeki Taliban baskısından dolayı Türkiye’ye göç ediyorlarmış. Taliban baskısı Afganistan’da yeni bir şey değil ki… On yıllardır iç savaş Afganistan’da hüküm sürüyor. Afganlar, daha önceki yıllarda gelmedi de şimdi neden, birkaç ülke atlayıp Türkiye’ye akın akın geliyorlar?

            Yukarıda sorduğum sorunun yanıtı olarak yandaş basında gerekçe çok. İran’a uygulanan uluslararası ambargo yüzünden ekonomisi bozulan İranlı yetkililer, gereksiz kalabalık yapan, besin tüketerek kaynakları kurutan, Afganları Türkiye’ye doğru süpürmüşler. Gitmemek için direnenlerin kolunu bacağını polisler kırmış. Öyle ya, yanlış adreste toplanmak yasak! Uluslararası Mülteci Toplanma Merkezi’nin Türkiye olduğunu İran polisi de biliyor. Bu gerçekten hareketle, polisliğin mizacında olan şiddet yöntemini biraz fazla kullanarak Afganlara kabaca hatırlatmışlar. Türkiye’nin çok uzak görüşlü,  konuksever, gelecekte nelerin olabileceğini tahmin edebilen devlet yetkilileri, yıllar öncesinden bugünleri görerek her türlü önlemi almışlar. İşte konuyla ilgili bir haber:

www. Hürriyet.com.tr-  04.05.2013:

         “… Ottawa Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye’nin, 1 Mart 2014’e kadar kendi sınırları içinde toprağa döşeli mayınları temizlemesi gerekiyor. Ancak Türkiye’nin bu konuda ek süre isteyebileceği öne sürülüyordu. Bakan Yılmaz’ın, milletvekillerinin soru önergelerine verdiği yanıt, Türkiye’nin bu süreyi resmen isteyeceğini ortaya koydu. Yılmaz yanıtında, “ Irak, İran, Ermenistan ve Suriye sınırına döşenmiş mayınlar bulunmaktadır. Ermenistan ve İran sınırının bir bölümünde bulunan döşenmiş mayınların AB fonlarından faydalanılarak temizlenmesi çalışmaları İçişleri Bakanlığı’nca yürütülmektedir.”

           Gördünüz mü iyi niyetli yaklaşımları? Paralar Avrupa Birliği’nden, mayınları temizleme görevi İçişleri Bakanlığından… İş bilen bakanlığımız, mülteciler gelmeden önce sınırdaki mayınları temizleyerek olası bir faciayı önledi. Rabbimize şükür “ …mayın patladı, şu kadar mülteci öldü.” gibi münasebetsiz haberler duymadık bu güne kadar. Bunun yanı sıra siyonizme karşı olan yöneticilerimiz, Suriye sınırındaki mayınları temizleme karşılığında bu arazileri, 99 yıllığına İsrailli bir şirkete vereceklerdi ki, Anayasa Mahkemesi işe çomak sokup engelledi. Serok Ahmet’in Başbakanlığı döneminde Açık Kapı politikasıyla sınırlar açıldı. Yetmişten fazla ülkeye uygulanan vizeler kaldırılarak;  havadan, karadan, denizden mültecilerin Türkiye’ye gelişleri sağlandı. Dünyada hiçbir ülkenin yapamadığı kahramanlığı(!) Türkiye yapınca, ta Amerikalardan haberi alan dünyaca ünlü aktris Angelina Jolie yurdumuza gelerek mülteci kamplarını ziyaret etti. Basına, “ Türkiye’nin sığınmacılarla ilgili politikasının dünyaya örnek” olduğunu söyledi.

Angelina Ablamız bizi över de biz geri kalır mıyız, kolları sıvayarak; uzaktan yakından   milyonlarca mülteci topladık. Şimdi kardeşlerimizle hep birlikte mutlu mutlu yaşayıp gidiyoruz. Bazen arada sırada “ Bu gelenler de çok oldu. Bize yer kalmadı” gibi ırkçı, faşist (!) söylemde bulunanlar da olmuyor değil. Şom ağızlı, kötü niyetli bu gibi kişilerin hakkından yazılı ve görsel medyamız geliyor. Onlara bir güzel hadlerini bildiriyor. Baksanıza deprem gibi bir felakette Suriyeli kardeşimiz Elazığ’da, tırnaklarıyla inşaat molozlarını kazıyarak bir yurttaşımızı kurtarmış. Haberin görüntüleri kanallarda durmadan gösteriliyor. “Elleriyle, tırnaklarıyla molozları kazımış, parmakları kanamış” diyerek ellerinin görüntülerini ekrana veriyorlar, bakıyorum, bir daha bakıyorum herhangi bir çizik göremiyorum. İçimden bir ses; ‘ bu haberleri yapan adamların yalan söyleyecek halleri yok herhalde. Oğlum sen, olanı da göremiyorsun. Tez elden bir göz doktoruna görünmelisin’ diyor. ‘Atatürk portresi yapan ressam Suriyeliler’, ‘ piyano çalıp konser veren mülteciler’, ‘bulduğu parayı polise teslim eden düzensiz göçmenler’ gibi haberler sık sık karşımıza çıkıyor. Siz ne düşünürsünüz bilemem ama ben ikna olmaya çok yaklaştım. Şeytana uyup ırkçı(!), düşüncelere kapılmanın hiç gereği yok! Medyamızda mülteciler hakkında yapılan bunca haberi izleyip de hâlâ olumsuz düşüncelere kapılan varsa taş olurlar alimallah.

https://www.youtube.com/watch?v=xLZa2QMKZIk

             İşin ironi kısmı bir yana, olaylar buna benzer bir doğrultuda yürüyüp gidiyor. Medyada bir algı operasyonu yürütülüyor. Mültecilere yönelik olumsuz hiçbir habere yer verilmediği gibi, abartılı biçimde mültecilerin davranışları övülüyor. 21. Haziran. 2019 tarihinde,  CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Akkuş İlgezdi, yaptığı Basın Açıklamasında şöyle diyordu:

            “…Öte yandan Suriye’den Türkiye’ye büyük göçün başladığı 2011 yılından itibaren, suça sürüklenen yabancı uyruklu çocuk sayısının sürekli arttığı görülüyor. Suç işlediği gerekçesiyle güvenlik birimlerine getirilen yabancı uyruklu çocuk sayısında yüzde 4296 artış yaşandı. 2011-2017 yılları arasında 37.503 yabancı uyruklu çocuk suça sürüklendi.”

         İşsizliğin, yoksulluğun olduğu bir ortamda, gelecek umudunu yitirmiş insanların yaratacağı sorunların neler olabileceğini yurt sevgisini yitirmemiş her insan görebilir. İşin güvenlik boyutunun yanında,  bir de ekonomik yanı var. Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK) Başkanı Bendevi Palandöken, 28. 01. 2020 tarihinde yaptığı basın açıklamasında, Suriyelilerin ülke genelinde birçok meslek dalında çalışma izni olmadan faaliyet gösterdiklerini belirterek, bunun da 1 milyon 700 bine yakın esnaf ve sanatkârı olumsuz etkilediği uyarısında bulunuyor. Suriyeli sığınmacıların başta bakkallık, fırıncılık, taksicilik, taşımacılık ve berberlik mesleğine el atıklarını, yasal işlem yapmadan, vergi vermeden ticaret yaptıklarını, bu yüzden haksız rekabetten yerli esnafın zor durumda olduğunu belirtiyor. Yerli esnafla Suriyeliler arasında olayların çıktığını belirten Palandöken, “Adana, Mersin, Konya ve Şanlıurfa gibi birçok ilde yetkililere yaptığımız başvurular sonuçsuz kaldı.” diyor.

          Kendi yurttaşının üvey evlat muamelesi gördüğü, yabancının el üstünde tutulduğu Türkiye’den başka bir ülke var mıdır?  Olacağını da sanmam doğrusu… Bu arada bir yerlerden cesaret alan Araplar, Anadolu Arap Birliği Hareketi adı altında örgütlendiklerini, Doğu, Güneydoğu Bölgelerinde ikinci, Türkiye genelinde ise;  üçüncü büyük nüfusu olduklarını, Türkiye’nin tüm illerinde ve üniversitelerinde örgütlü olduklarını,  anadilde eğitim   istediklerini  belirtiyorlar.

Eh! Bu kadar masum ve haklı(!) bir isteğe ne denebilir ki? Eski Osmanlıda Araplar için, Kavm-i Necip (Üstün Irk) diyordu padişahlarımız. Yeni Osmanlıyı kurmaya ant içmiş olanlar, Arapların bu kadarcık masum(!) bir talebini görmezden gelip, kulaklarını tıkamazlar herhalde.  Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik de benim dediğim gibi düşünüyor olsa gerek, basın açıklamasında ne diyordu?

       “Burası tek millet olarak bizim vatanımızdır. Aynı zamanda Türkmenlerin, Kürtlerin, Arapların vatanıdır.

        Sayın Çelik, Afganları, henüz yolda olan Peştunları saymayı unutmuş. Türkiye’nin yol haritasını çizip, nasıl düşünülmesini gerektiğini söyleyen Amerikalı Prof. Huntington;  9 Eylül 1996 günlü Milliyet Gazetesinde yayımlanan “ Türkiye İslam’ın Lideri Olmalı” söyleşisinde şunların altını çiziyordu:

       “ Türkiye İslam alemine önderlik bakımından eşsiz bir yere sahip. Tarihte Osmanlı da bunu yapmadı mı? Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer, modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslam’a büyük bir model olur.”

      Şu, Batılı düşünür ve politikacıların hemen hemen hepsi ağızlarını açtıklarında parmaklarını sallayarak bize, “ Modernleşmeyi, uygarlığı, laikliği, bilimi boş verin, Mecnun gibi Arap çöllerinde Leyla’nızı arayıp durun, sizin için kurtuluş orada.” diyorlar. Madem bu tavsiye ettikleri düşünceler çok doğru, yararlı ise niye kendi ülkelerinde uygulamıyorlar? Hidayete erip, kendilerini dine adayarak, bilimden uzaklaşarak İslam’ın liderliğine soyunmuyorlar? Batılı uzmanların(!) bizimle ilgili  düşüncelerinin  Ruslar tarafından da  aynı kalıp cümlelerle tekrar edildiğini görüyoruz. Türkiye’nin izlemesi gereken yol hakkında; Putin ve Dugin gibi kişilerin; “ Kemalist Cumhuriyetin yanlış bir deneme olduğu” fikrini savunduklarını görüyoruz. Bu fikri doğrulayan kanıtları “Atlantik’ten Kaçarken Avrasya’da Boğulmak” adlı yazımda vermiştim. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Konuyu merak edenler,  ilgili makaleye bakabilirler. Türkiye, çağdaş uygarlıktan ve onun değerlerinden uzaklaştıkça, karanlık bir girdaba sürüklendikçe, Atatürk’ün görüşlerinin ne kadar önemli olduğunu her geçen gün yaşayarak daha iyi anlıyoruz.  Batılıların, Rusların Türkiye’deki ortaklarının şu Atatürk’ü neden sevmedikleri daha iyi görüyoruz.  Bu söylediklerimi pekiştirecek tarzda bir haber. …  Ahmet Taner Kışlalı, 30. 11. 1997 günlü Cumhuriyet’te yayımlanan “ Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok; Ama Bizde Var” başlıklı yazısında CIA İstasyon Şefi Paul Henze’nin Türkiye ile ilgili 1993 raporundan şöyle alıntı yapıyor:

       “ Atatürk ilkeleri, Yeni Dünya Düzeni ile birlikte ölmüştür. Aydınların imam – hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen kökten dincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir. Nurcular ilericidir. Nakşibendiler geriye dönük değildir.

           CIA görevlisi, CFR üyesi Samuel Huntington, Paul Henze gibi kişilerin savunduğu bu fikirleri sağcıların, işbirlikçilerin yanında, bir zamanlar ünlü şanlı solcularımız da savundular. ABD’nin Türkiye’yi bugünlere taşıyacak olan operasyonlarından biri olan “Türban Eylemlerine bazı sosyalistlerimiz de omuz vermişti.  Şanar Yurdatapan türban takıp, yürüyüşçülerle birlikte yürümüştü. Üniversitelerde, sokaklarda  Grup  Yorum’un müziği eşliğinde “solcular” ve dinciler hep birlikte, “Başörtüsüne Özgürlük!” sloganları atıyorlardı. Bu arada başörtüsü takmayan çağdaş, ilerici, demokrat onlarca kadın, “hayatın her alanında türbanın kullanılması” için imza kampanyası düzenliyorlardı. İmza verenler arasında kimler yoktu ki; Prof. Nilüfer Göle, Prof. Yasemin İnceoğlu, Amberin Zaman, Çiğdem Mater, Ebru Çapa, Figen Yüksekdağ, Raziye Kubat, Sebahat Tuncel, Şirin Payzın, Verda Özer, Zeynep  Gürcanlı gibi daha niceleri…   Ana Muhalefet Lideri, “Türkiye’de türban sorununu ben çözdüm” diye arada sırada övünüp durmuyor mu?  Hep birlikte ülkeyi getirdikleri yer, işte aşağıdaki fotoğrafın gösterdiği yerdir.

            Peki, içinde yaşadığımız süreç tamamlandı mı? Hayır, ne gezer daha yeni başladı, adım adım emin ellerde ilerliyor. Düşünce kuruluşlarınca belirtilen, “ İstanbul başkentli Yakındoğu Federasyonu” projesini,  The New York Times Magazine’de, Yahudi kökenli Amerikalı gazeteci yazar Robert D. Kaplan şöyle açıklıyor:

            “Tarih, Bölge Uzmanları tarafından belirlenen yanlış sınırları yeniden şekillendiriyor… Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu olarak adlandırılan yer tek bir bölge olarak ortaya çıkıyor. Avrupalılar burayı her zaman Büyük Yakın Doğu olarak tanımlıyor… Türkler yaklaşık 850 yıl İslam dünyasının liderliğini yürüttü.

            Son yıllarda adları sık sık kamuoyunun gündemine gelip tartışılan iki kurum var, bunlar: SADAT ve ASSAM. İki kurumda kendilerini, hükümete proje sunan ticari, sivil toplum kuruluşu olarak tanımlıyorlar. ASSAM’ın  Yönetim  Kurulu  Başkan Yardımcısı Ersan Ergür yazdığı makalesinde, Yönetim Kurulu Başkanı Adnan Tanrıverdi’yi savunurken şunları söylüyor:

       “ Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmayı değil, onun liderliğinde kendi coğrafyasında barış, huzur ve güven içinde yaşayacak bir toplum için Avrupa Birliğinde (AB) olduğu gibi bir İslam Birliği hedefliyor.

         Başkenti Brüksel olan AB gibi başkenti İstanbul olan bir İslam Birliği hedefliyor…

       …AB’de birinci sırada resmi dil kabul edilen İngilizce de olduğu gibi İslam Birliğinin de birinci resmi dilinin Arapça olmasını öngörüyor.”

       Şimdi anlaşıldı mı Araplar, Afganlar, Pakistanlılar niye getirildi? “Suriye’de, Libya’da, Katar’da, Somali’de ne işimiz var?” diye soru soranlara en iyi yanıtı ASSAM yetkilileri veriyorlar. Arnavutluk’tan Endonezya’ya, Kazakistan’dan Nijerya’ya kadar eski Osmanlı’dan daha büyük bir İslam Birliği topluluğu yaratılacak. Başkenti İstanbul,  İslam Ümmetinin başında da MEHDİ olacak. SADAT’ın, ASSAM’ın  savunduğu  bu fikirleri yıllar öncesinden ABD, AB yetkililerinin de savunduklarını görüyoruz. 1996 yılında İstanbul’da yapılan Habitat-2  Toplantısı  açılışını yapan BM Genel Sekreteri  Butros Gali,  o zamanki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye davet ederken: “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” demiş ve bu yanlış ifade  Demirel tarafından düzeltilmemiştir. Butros Gali’nin bu tanımlaması bir dil sürçmesi olmayıp, konuşmasında “İstanbul Federal Cumhuriyeti” deyimini kullanmıştı. Kurulması hedeflenen devletin haritası   SADAT’ın  ilgili sitesinde yer alıyor.  

Türk toplumunun ezici çoğunluğu ülkemizdeki yabancıların, ülkelerine geri gönderilmesi gerektiğini savunsa da bu konudaki istekleri, yetkililerce duymazlıktan geliniyor. Mitinglerde, halka dönük toplantılarda “Zamanı gelince, savaş bitince Suriyeliler yurtlarına döneceklerdir.” denilerek, sorun zamana yayılıyor. Zaman içinde Türk Toplumunun yabancılarla birlikte yaşamaya alışacağı hesabı yapılıyor. Anadolu’nun tapusu Türklerden alınıp yeni sahiplerine verilmek istenirken, Türk toplumu bu konuda sahipsiz ve yalnızdır. İşin en acıklı ve trajik yönü, sağdan, soldan hiçbir parti, sendika ve kuruluş bu haklı talebi savunmamaktadır. Mülteciler,  Suriyeliler konusunda partilerin, siyasi çevrelerin ne dediklerine bir bakalım.

AKP ve onun ortağı MHP, her gün haber kanallarında, televizyonlarda, “Ensar, muhacir, kardeşlerimiz” söylemiyle yurdumuzdaki yabancılara sahip çıkarak, “zamanı gelince, barış sağlanınca isteyenler ülkelerine dönecekler” diyorlardı. Son zamanlarda Trump’ın: “Suriyelileri vatandaşlığa alın!” ültimatomundan sonra bizim devlet yetkililerinin de “Suriyeliler bu ülkede kalıcı, hepimiz birlikte yaşamaya alışalım.” demeye başladılar. AKP ve MHP, misafirleri(!) başköşeye buyur edip oturturken, Ana Muhalefet Partisi CHP, halka dönük olarak: “Barış ortamı sağlandığında, gerekli koşullar oluşturulduğunda, zorlamadan, ikna edilerek Suriyeliler ülkelerine geri gönderilmelidir.” diyerek Suriyelilerin Türkiye’de kalmalarına karşı olduğu görüntüsü çizerken, yazılı belgelerinde ise farklı fikirleri savunmaktadır. CHP, Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonu’nun hazırladığı raporu CHP Genel Merkezi’nde Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağababa kamuoyuna sunmuştu. Raporda şu fikirler öne sürülmüştü:

altiokhaber.com:

…AKP ile AB, insan onurunu ayaklar altına alan bir pazarlık yapmış, temel bir insan hakkı olan göç hakkını, daha iyi bir yaşama ulaşma hakkını el ele gasp etmiştir. CHP olarak bu anlaşmayı “Devletlerarası insan ticareti” olarak gördüğümüzün bir kez daha altını çizmek istiyoruz…

…Raporumuzu hazırlarken görüştüğümüz akademisyenler bizlere çok çarpıcı rakamlar sundular. Yapılan araştırmalar bu tarz göçlerde göç edenlerin %60 ila %70’inin ülkelerine geri dönmediğini ortaya koyuyor. Keza 150- 450 bin arası çocuğun Türkiye’de doğduğu tahmin ediliyor. Bu çocukların ilk gözlerini açtığı, ilk anılarının, ilk adımlarının burada olduğu düşünüldüğünde, bu hayatlar artık burada kurulacak. Bu durumu kabullenmek ve buna yönelik politikalar oluşturmanın vakti gelmiş, hatta geçmektedir. Geç kalacağımız her bir gün, toplumsal çatışma risklerini arttırmaktadır. Geç kalacağımız her bir gün, suça sürüklenmiş on binlerin yüz binler olmasını yakınlaştırmaktadır. Toplum olarak bu durumu görmeli, gerçekçi ve çağdaş bir çözüm yolu bulmalıyız. Bu nedenle raporumuzun omurgasını sosyal demokrat bir vizyonla ele aldığımız entegrasyon  politikaları oluşturmaktadır.  Biz, çoğulcu, demokratik ve özgür bir toplum için ülkemizdeki sığınmacı ve mültecilerin entegrasyonlarının  kilit  önemde olduğunu düşünüyoruz…

…Bu çocukların derhal eğitim sistemimize  dahil edilmeli,  mesleki eğitimleri insanlara sağlamalıyız…

Mültecilere yapılan yardımlar bir lütuf gibi sunulmamalıdır. Yardımlar devletin sosyal yardımları kapsamına dâhil edilmeli ve hak temelli olmalıdır.

…Ülkemizde, ilk aşamada misafir olarak kabul edilen ama daha sonra geçici koruma statüsü verilen Suriyeli mültecilerin büyük kısmının ülkemizde kalıcı olduklarını kabul edilmelidir.

Türkiye, 1951 Cenevre Sözleşmesine koyduğu coğrafi çekinceyi derhal kaldırmalıdır. Ülkemizde aslında mülteci olarak bulunan ancak bu çekince nedeniyle mülteci sayılmayan insanlara hakları teslim edilmelidir.

Mültecilerin toplumsal yaşama katılımlarını makro politikalarla düzenleyecek ve entegrasyonu sağlayacak bir Göç ve Uyum Bakanlığı kurulmalıdır…

Türkiye açık kapı politikası uyguluyor gibi görünse de sınırdaki görevlilerin muamelelerinden kaynaklı sorunlar yaşanmaktadır. Sınırlarda hak ihlalleri ve zaman zaman ölümlü vakalara neden olan uygulamalara son verilmelidir…

Göçün ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerdeki kalkınma süreçlerine katkısı topluma anlatılmalıdır…

…rapor, mülteci sorununun çözümü noktasında CHP’nin çözüm önerilerini çok geniş bir şekilde, sol ve sosyal demokrat değerlere uygun olarak, insan hakları odaklı ve Türkiye’nin geleceğini düşünen, 10 yıl- 20 yıl ileriye bakarak düşünülen ve yazılan bir rapordur.”

CHP’nin bu raporunu kimler kaleme aldı acaba? Bir Avrupa Birliği Raportörü veya Amerikan CFR üyesi uzman yazsa Batının çıkarlarını bu kadar güzel ifade edemezdi. Yukarıda savunulan görüşlerin AKP, MHP, Davutoğlu uygulamaları ve görüşlerinden ne farkı var? Bilindiği gibi Türkiye yalnız Avrupa ülkeleri vatandaşlarına sığınma ve mülteci olma hakkı tanımaktadır. CHP, “coğrafi çekince kaldırılsın”,  “Açık Kapı Uygulaması sürdürülsün”, “dünyanın her tarafından gelenlere mültecilik hakkı tanınsın” diyor. Anlaşılan CHP’ye, ülkemize gelen 8-10 milyon yabancı az geliyor. Böylesi bir uygulamaya gidildiğinde ülkemizdeki yabancıların en azından 30-40 milyona ulaşacağını CHP’li yöneticiler de bilir. “ Türkiye’nin geleceğini düşünen, 10-20 yıl sonrasını gören” rapor sahiplerinin dedikleri gerçekleşirse ortada ne Türkiye kalır ne de CHP… Türkiye’yi yıkıma uğratacak bu ihanet raporlarını kimler fütursuzca kaleme alıyor?

Her siyasal olayda, gelişmede yüzümüze bir tokat gibi çarpan bir gerçek var ki o da emperyalizm tarafından Türkiye’nin sağı da, solu da satın alınmıştır. Suriyeliler konusunda her kesimden insan, ağızbirliği etmişçesine aynı şeyleri yazıp çizmektedir. İşte bir örnek, Karar Gazetesi’nden köşe yazarı Mustafa Karaalioğlu, 25.01.2020 tarihli yazısında şöyle diyor:

“…Bununla birlikte, Türkiye’nin son derece haklı olmakla birlikte yine naif bir fikirden öteye gitmeyen sınıra yakın yerlerde yeni yerleşim merkezleri inşa ederek en azından bir milyonluk kısmı geri gönderme projesi de imkansızdır. Bunun için kaynak da siyasi zemin de bulunmamaktadır. Suriyelilerin dışındakiler özellikle Afgan göçmenler için ise bırakın bir proje düşünmeyi, naif bir geri dönüş fikri geliştirmek dahi söz konusu değildir.  

Türkiye’nin bir göçmen ve mülteci meselesi bulunduğunu bilerek ve  bununla  yüzleşerek  önümüze  bakmamız  gerekiyor.  Özellikle Suriyelilere yönelik düşmanca ve dışlayıcı tutumlarla mücadele ederek işe başlamakta fayda vardır. Birçoğu iş kurarak veya işçi olarak ekonomik hayata karışan bu insanların sosyalleşmesi ve uyumunu temin etmek ileride yaşanabilecek başka problemleri önlemek adına gecikmeden atılması gereken adımlardır. Zaten ülkemizde kalacak insanları bir problem olarak tanımlamak yerine, gerçekle yüzleşerek geleceğimizi planlamak en doğru yol olacaktır.”

Yandaş Basında yazıp çizen bütün köşe yazarları, Karaalioğlu’nun yukarıda alıntıladığımız görüşlerine tümüyle katılıp, ısrarla savunuyorlar. Bu konuda öne sürdüğüm fikri destekleyecek yüzlerce örnek verebilirim. Böylesi bir davranış,  boşu boşuna gereksiz zaman ve yer kaybına neden olacaktır. CHP, 20 Haziran 2016 tarihinde açıkladığı “Mülteci Raporu”ndan üç yıl sonra 28 Eylül 2019’da “Uluslararası Suriye Konferansı” düzenledi. Yapılan bu konferansta, raporda yer alan görüşler tekrar edilip duruldu. 29 Eylül 2019 tarihli, Hilmi Hacaloğlu,  amerikaninsesi.com’daki haberinde Kadir Has Üniversite’sinin yaptığı bir araştırmaya yer veriyor.

“Araştırmaya göre, 2017 yılında yüzde 54,5 olan Suriyelilerden memnuniyetsizlik, 2018 yılında yüzde 60’a yükseldikten sonra, bu yıl da yüzde 67’ye çıktı. Aynı araştırmada parti bazında en yüksek memnuniyetsizliğin yüzde 82,6 ile CHP seçmeninde” olduğu bilgisi veriliyor. VOA Türkçe’nin görüşlerini aldığı Konferans’a katılan tüm uzmanlar, CHP seçmenine inat “Suriyelilerin Türkiye’de kalacağı” fikrini savundukları görülüyor.

Ne yazık ki; AKP, MHP gibi sağ partilerle CHP’nin Suriyeliler konusunda aynı düşündükleri paylaştıklarını görüyoruz. “Kapitalizme, emperyalizme karşı olduklarını” öne süren “sosyalistlerimiz” bu konuda “düzen partilerinden” farklı olarak neler söylüyorlar? Valiliği’n, İstanbul’da bulunan Suriyelilerin kayıtlı oldukları illere gönderilmesi kararı üzerine 4 Ağustos 2019 tarihinde Kadıköy’de “Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi” adında bir araya gelen gruplar basın açıklaması yapmışlardı. Eyleme, Emekçi Hareket Partisi (EHP), Emek Partisi (EMEP),Mücadele Birliği, LGBT+, Anarşistler destek vermişti. Basın açıklamasında Türkçe, Kürtçe, Arapça ve İngilizce pankartlarda “Sınırları Açın”, “Birlikte Yaşamak İstiyoruz”, “Irkçılığa Hayır” sloganları atılmıştı. Eyleme ait video izlendiğinde, anlı şanlı “sosyalistlerimizin”  emperyalist projelere omuz vermekte diğer burjuva partilerine fark attıkları ve aynı dilden konuştukları açıkça görülecektir.

Kaynak: www.yenicaggazetesi.com.tr

Suriyeliler, Göçmenler, Mülteciler konusunun Türkiye’de siyasi parti ve çevrelerce nasıl ele alındığı ve ne tür çözüm önerilerinde bulunulduğunu bu bölümde anlatmaya çalıştım. Yazının ikinci bölümünde ise aynı sorun, Avrupa ve Amerika’da nasıl ele alınıp, çözüm yolları üretildiği incelenecektir.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

  +  81  =  82

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.