Hrant Dink’in kızı Delal Dink, “Gün gün, saat saat boğuluyoruz” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazıdan 13 Ekim 2020 tarihinde TELE 1’de Can Ataklı’nın sabah programındaki konuşmasıyla haberdar oldum. Ataklı, Türk milliyetçiliğini bir güzel pataklayıp, Delal Hanım’a destek sununca konu dikkatimi çekti. Can Ataklı’yı kızdırıp, köpürten, Delal Dink’e “boğulma” feryatları attıran nedenleri öğrenmek için Agos’ta yer alan yazıyı bir solukta okudum.
Akıldan, bilimden uzak, duyguları esas alan bir tarza alıştırılmış bir toplum olduğumuzu bilen yazar, yazının orasına burasına yerleştirdiği; ölüm, gözyaşı, baskı, özgür, bağımsız, nefret vb. sözcüklerle amacına ulaşmış. Yazı birkaç gün içinde dillere destan oldu. Nerdeyse bütün sol, liberal dergi, gazete, haber siteleri ve TV’lerde konu edildi. Bu yazıdan hareketle, “Azerbaycan-Ermenistan savaşı bahane edilerek, Türk milliyetçiliğinin gemi azıya aldığı, Ermeni yurttaşlar üzerinde baskı ve zulüm uygulandığı, yeni katliamlara çanak tutulduğu…” saptamalarında bulunuldu. Birçok solcu(!) yazar ve düşünürümüz Delal Dink’e destek sunarak yanında yer aldılar.
Gerçeğin, bu anlatılan ve çizilen kompozisyonun neresinde yer aldığına bir bakalım.
Delal Dink, yazısının başında Atatürk’ün bir özdeyişini adını vermeden hedefe koyarak işe başlamış. Bildiğiniz gibi Atatürk, “ Ne mutlu Türk’üm diyene” demişti. Yazarımız ise, “…insanın doğduğu ırkla, milletle ilgili gurur duymasını anlamıyorum. Ben çocukluğumdan beri Türk olduğu için gurur duyan insanlarla yaşıyorum ve ne büyük bir hastalık olduğunu biliyorum.” diyerek daha başta “Türk toplumu hastalıklı bir toplum” saptamasında bulunarak düşünce dünyasına dair ipuçları veriyor. Yeri gelmişken söyleyeyim; Atatürkçülük üstüne nutuklar atan Can Ataklı’nın bu saptamayı görmezden gelmesini nasıl yorumlamak gerekir acaba?
Dink, yazısının sonunda yine bu “gurur duyma” konusuna dönerek; “ …Ermeni olmakla gurur duymuyorum, evet. Bence kimse ırkıyla gurur duymamalı. Ama ben halkımın ürettiğiyle, sanatıyla, bilimiyle, filmiyle, yemekleriyle, mimarisiyle, taş ustalığıyla, zanaatkârlığıyla gurur duyuyorum. Bu kültürünü yaşatabilsin, üretebilmeye, dünya medeniyetlerine katkı sunmaya devam edebilsin istiyorum.” diyor.
Zavallı Dink!
Dünya medeniyetine katkılarda bulunan Ermeni toplumunun bir üyesi olarak, boş hayaller kuran “ hastalıklı bir toplumun” içinde yaşamak ona ne acı veriyor kim bilir(!). Yazdığı her satırda Türkiye’de yaşayan Ermeniler adına korkularını, endişelerini dile getiren Dink, Ermenistan’daki Ermeniler adına da endişeler yaşadığını şöyle anlatıyor:
…Ermenistan’dakiler için çok korkuyorum. Onlar için korktuğumu söylemekten korkmalı mıyım? Aralarında akrabalarım var, sevdiklerim var. Kötü insanlar değiller diye size nasıl anlatabilirim? … Siz neden benden onlardan bu kadar nefret ediyorsunuz?”
Kendi adıma söylemem gerekirse sizi ne seviyorum ne de sizden nefret ediyorum. Yazdığınız yazıyı okuduktan sonra bile size olan duygularımda bir değişiklik olmadı. Annenizi, babanızı kamuoyundan tanımakla birlikte sizin varlığınızdan haberim bile yoktu. Karabağ sorununun kendisine nasıl yansıdığını yazarımız şöyle dile getiriyor:
1990’larda Karabağ Savaşı’nın alevlendiği günlerden birinde henüz ilkokuldayken okulumuzun duvarına yazılar yazıldı, bomba ihbarı yapıldı. Arkadaşlarımın aileleriyle yapılan telefon trafiği, evdeki sessiz fısıltılar, tedirginlik hafızamda yer eden. Okulda güvende değildik. Gidemedik. Birkaç yıl sonra yine Karabağ’da bir gerginlik olduğunda liseye gidiyordum. Okul dönüşünde bindiğim trenin vagonunda Ermenileri ‘gebertmenin’ sevap olduğuna dair bir yazı vardı. Yazıya gözüm iliştiğinde kafamı indirmeye çalışırken aynı yazıyı okuyan bir adamla göz göze geldim. O vagonda ‘Tanrım, lütfen üstümdeki okul üniformamdan Ermeni olduğumu anlayıp bana bir şey yapmasınlar’ diye düşünerek kaç dakika gittiğimi bilmiyorum. Eve nasıl vardığımı bir ben biliyorum. Şimdi yine Karabağ’da savaş var. Kızıma bir oyuncak almak için bir dükkâna girdim. Televizyon haberleri bangır bangır ‘Ermeniler!!!’ diye bağırıyor, ‘Soydaşlarımızın yanındayız’ diyor. Ermenistan’la PKK işbirliğinden bahsediyor. Çocukların oyuncakları arasında bunları duymak… Müşterisi çocuklar olan bir dükkânda… Kendimi oyuncakçıdan dışarı zor attım.”
Karabağ Savaşı, İstanbul’da yaşayan Delal Hanım’ı bunca üzüntü ve kahır içine sokup hayatını zindana çevirirken Karabağ’da acaba neler olmuştu? Karabağ’da nelerin yaşandığını öğrenmek için Türkiye’den olanlar “taraflı” olarak yaftalanacağından haber kaynağını özellikle Avrupa’dan seçtim.
“ Ermeni güçlerinin 1991’in sonlarına doğru ablukaya aldığı Dağlık Karabağ’ın Hocalı bölgesi, 936 kilometre karelik alana sahip, 2 bin 605 ailenin, toplam 7 bin kişinin yaşadığı bir kasabaydı. Aralık 1991’de Karabağ’ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini ele geçiren Ermenilerin bir sonraki hedefi Hocalı oldu. Bölgenin etrafındaki bütün köy ve yolları kapatan Ermeniler, kasabanın diğer illerle kara yolu bağlantısını kesti. Hocalı’nın diğer bölgelerle tek bağlantısı olan hava ulaşımı ise, 28 Ocak 1992’de Şusa- Ağdam seferini yapan helikopterin Ermeniler tarafından düşürülmesiyle ortadan kalktı. Bu olayda çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil hayatını kaybetti. 1992 yılının başlarından itibaren Hocalı’nın savunması sadece hafif silahlara sahip yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerlerinden ibaret kaldı. 25 Şubat 1992’den itibaren Hocalı’ya üç koldan saldıran Ermeniler, Sovyet Kızıl Ordusunun 366’ıncı Motorize Alayı’nın bütün araçlarını kullanarak şehri iki saat boyunca top ve tank ateşine tuttu. Saldırıdan bir gün sonra ise ‘Hocalı Katliamı’ vuku buldu. Resmi verilere ve uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Ermeni güçlerinin Sovyet Rus Ordusunun da desteğini alarak düzenlediği saldırıda 613 Azeri katledildi. 500’e yakın sivil ağır yaralanırken bin 250’den fazla kişi de esir alındı. Aralarında 68 kadın ve çocuğun da bulunduğu 150 esirden bir daha hiç haber alınamadı. Ermeni makamları da esirlerin akıbetiyle ilgili bu güne kadar herhangi bir açıklama yapmadı… Yapılan otopsi ve incelemelerde cesetlerin birçoğunun insanlık dışı muameleye maruz kaldığı ve işkence görerek öldürüldüğü anlaşıldı. Aralarında Ermeni gazetecilerin de bulunduğu yabancı basın mensupları, Katledilen Azerilerin kafa derilerinin yüzüldüğünü, gözlerinin oyulduğunu ve birçoğunun başının kesildiğini aktardı.
tr.euronews.com/ Hocalı Katliamının 28. Yıl dönümü – 26 Şubat 2020
Delal Hanım, İstanbul’da somut olarak hiçbir saldırıya maruz kalmadığı halde kuruntuya kapılarak kendi tatlı canını üzerken(!), soydaşları Karabağ’da, göz çıkartıp, kafa derisi yüzüp, kelle kesiyorlardı. Ermenistan ‘da “kötü insanlar değiller” dediği adamlar başkalarının topraklarını işgal ederek masum insanları katlediyorlardı.
Delal Hanım Ermenistan’da yaşayan sevdiği insanlardan, akrabalarından kaç kişinin bu insanlık suçunu işlediğini merak edip sorguladı mı acaba?
Yirmi sekiz yıl önce Ermenistan’da yaşayan eli silah tutabilecek yaşta olanların gözlerinde katliamın kanlı fotoğraflarının görüntülerini hiç aradı mı?
Bir araya geldiğinde o dostlarının ellerinde hâlâ kalan kan izlerinin olup olmadığına hiç baktı mı? Delal Hanım, oyuncakçıda duyduğu haberlerden rahatsız olup feveran ederken, Ermenistan’ın sivil yerleşim bölgelerine atığı bombalardan kaç çocuğun öldüğünü hiç düşündü mü?
Yukarıda yer alan anlatımların ve soruların Delal Dink’te en ufak bir vicdan muhasebesi yaptırmayacağından adım kadar eminim. Bu vahşetten haberinin olmadığı gibi bir yalanın ardına sığınacak durumda da değil kendisi. Çünkü bütün dünyanın duyduğu ve tepki gösterdiği bu vahşeti nedense Türkiye’deki bazı çevreler hiç duymadı(!). Dink’in tavrı, Türkiye’de gözleri Ermeni’den, Kürt’ten başka bir şey görmeyen etnik milliyetçiliğin tutsağı olmuş solcularımızın(!) tavrına ne kadar da benziyor. Yirmi sekiz yıldır solcularımız Kafkasya’ya baktıklarında gözleri Ermenilerden başka hiç kimseyi görmedi, görmüyor. Bu yüzden olsa gerek Karabağ’da olanlar onları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Yıllardır Karabağ Katliamı karşısında üç maymunu oynadılar. Cümle Âlem ,“Karabağ Azerbaycan’ındır. Ermenistan orada işgalcidir” demesine rağmen onlar tam tersini savundular. Vicdan sahibi Hrant Dink, “Başta şu Karabağ sorununun çözülmesi gerek. Azerbaycan, Türkiye, Ermenistan, Rusya ve ABD neyse artık. Bir araya gelip orada. Açıkça söylüyorum Ermenistan’ın işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi lazım.” demişti. İnternette bunca video kaydı bulunmasına rağmen Agos, 2 Ekim 2020 tarihli “Hrant Dink’in kaleminden Karabağ’da çözüm” adlı yazıyla Hrant’ın dediklerini açıkça inkar etti. Delal Hanım da bu suça susarak, Karabağ’daki işgali onaylayarak, babasının mezardaki kemiklerini sızlattı. “…Özgür ve bağımsız bir Ermenistan istiyorum. Aynı zamanda, özgür ve bağımsız bir Azerbaycan istiyorum. Bu ikisinin bir arada olmasını istemek hiç zor değil benim için.” demekle barış oluyor mu? Dökülen kanlarla, alınan canlarla ilgili en azından bir özür borcu yok mu? İşgal edilerek, zorbalıkla yaratılan fiili durum üstünde huzur nasıl sağlanacak? Yerinden, ocağından göç ettirilmiş bir milyon insanın durumu ne olacak? Yazılan yazıda buna benzer soruların hiçbirinin karşılığı yok.
Delal Hanım, şu “soydaş” sözcüğüne kafayı iyice takmış. Şöyle diyor:
Şu soydaş meselesi nedir Allah aşkına? Hani Türkiye Cumhuriyeti hudutları içindeki tüm vatandaşlar Türk’tü? Hani biz Ermeniler de o tanımın içindeydik? Azerbaycanlılar benim soydaşım mı? Yine herkes saf Türk oluverdi. Babam “Tamam eğer ben Türk’sem sizin bu tanımınıza göre, siz de biraz Ermeni’siniz o zaman” diyordu. Biraz Ermeni, biraz Rum, biraz Kürt, biraz Yahudi olarak mı Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı, belediyeleri, eski-yeni partileri koro halinde ‘soydaş’ açıklamasını yapıyor, pozisyon alıyor? Şimdi siz bölücülük yapmıyor musunuz?
Ermeniler, dünyanın değişik ülkelerinde yaşamakla birlikte Ermenistan’ın dışında en çok Fransa ve ABD’de varlıklarını sürdürüyorlar. Son yıllarda Ermenistan’daki yoksulluktan, işsizlikten dolayı genç nüfus genellikle Fransa’ya gidip yerleşiyor. Her geçen yıl yoksullaşan ve çalışabilir genç nüfusunu yitiren Ermenistan yurtdışına çıkışlara sınırlama getirmek zorunda kaldı. Bugün itibarıyla Fransa’da 350-400 bin Ermeni yaşıyor.
Peki, o zaman soralım. Fransa’da yaşayan Ermenilerin hukuki statüsü nedir?
Bu sorunun yanıtını Türkiye kökenli Fransız akademisyen, tarihçi, siyaset bilimci ve yazar, Strasburg Üniversitesi Türk Etütleri Bölüm Başkanı Samim Akgönül veriyor:
Bu yazıyı yazarken karşıma bazı terminolojik güçlükler çıktı, örneğin makalenin konusu olan toplumu isimlendirmede. Önümdeki seçenekler şunlardı: Fransa Ermenileri, Fransız Ermenileri, Fransız Ermeniler, Ermeni Fransızlar, Fransa Ermeni Toplumu. Bu yazıda en sık kullanılan terim sonuncusudur. Elbette bu seçim eleştirilebilir. Fransa’da Anayasal olarak toplumların, diğer bir deyişle cemaatlerin bulunmadığı bilinmektedir. Ancak yazının amacı, de jure olmasa da facto cemaatlerin bulunduğu tezinden hareketle, bu cemaatin işleyiş mekanizmasını incelemek olduğundan bu tercih yapılmıştır. Kaldı ki diğer terimler bizi ilgilendiren bireylerin Fransızlıkla Ermenilik arasında bir ayırım yaptıkları intibasını uyandırabilir. Oysa durum böyle görünmemektedir. Fransız Ermeni’lerinin en ünlülerinden biri olan Charles Aznavour ‘kendimi 100% Fransız, 100% Ermeni hissediyorum.’ diyebilmektedir. Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını psikologlara bırakarak bize bu duyguya uygun olarak yazmak kalıyor…
Dr. Samim Akgönül –Fransa Ermeni Toplumu ve Türkiye: Propaganda ve Lobicilik – Ermeni Araştırmaları, Sayı 5 Bahar 2002
Fransa’da: Alsaslılar, Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalonlar, Basklılar gibi 17 etnik grup yaşamaktadır. Bunların genel nüfusa oranı %19,25 olup, toplumun yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır. Bütün bunlar bir yana Fransa Anayasası’na göre ülkede tek bir ulus yaşamakta ve o da: Fransız Ulusu‘dur. Fransa Devletinin vatandaşlarının tümü de Fransız’dır. İşte bu yüzden Charles Aznavour, yasaları çiğneyerek, “ Ben Ermeni’yim, Fransız değilim.” diyemiyordu. Peki, Fransa ırkçı, faşist yönetimle mi yönetiliyor? Aklı başında hiç kimse böyle deli zırvası bir iddiayı ortaya atıp savunamaz. Fransa’da yaşayan Ermenilerin on binlercesi bir araya toplanıp “Hepimiz Ermeni’yiz. Biz Fransız değiliz” pankartlarıyla eylem yapabilirler mi? Asla, böyle bir özgürlüğe(!) yer yoktur Fransa’da. Fransa’da lâl olan Ermeniler, Türkiye’ye geldiklerinde ortalığı toza dumana katıp ağızlarına gelen her şeyi söylüyorlar. Delal Hanım etnik kimliğini öne sürüp, “Ben Ermeni miyim, Türk müyüm, Kürt müyüm, Rum muyum?” diye aklınca kelime oyunları yapıyor. Fransa’da, Fransız olmayı içine sindirip buna uygun davranan Ermeniler, Türkiye’ye geldiklerinde birden aslan kesilip sokaklara dökülerek “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırarak eylem yapıyorlar.Fransa’da Fransız, Türkiye’de Türk’sünüz. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Türkiye’de aynı Fransa gibi bir ulus devlettir. Türkiye’yi kuran ulus Türk Ulusudur. Atatürk Türk Ulusunu; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” diye tarif etmişti. Türk ulusunun içinde farklı kültürleri, etnik yapıları içinde barındırması onun mozaik olduğu anlamına gelmez. Fransa’da hiçbir aydın %19,25 oranına bakarak “Fransa etnik olarak mozaik bir ülkedir” demez, daha doğrusu diyemez. Böyle bir tezi savunduğunda başına neler gelebileceğini az çok kestirebilir. Türkiye’de ise her etnik yapı içine sızmış ABD, AB fonlarıyla beslenen etki ajanları sayesinde ülke bölünme aşamasına getirildi. Fransa’da Korsika Adasının bağımsızlığını isteyen örgüt üyelerini Fransız istihbaratı yakalamadan infaz ediyor. Bu konuyla ilgili haberler dikkatli okuyucuların gözünden kaçmıyor. Aynı Fransa, kendi ülkesinde Fransızların dışında başka bir etnik grubun yaşamadığını iddia ederken Türkiye’de ise mikser görevini üstlenerek her türlü bozgunculuğu örgütlüyor. Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Fransa’da bulamadıkları özgürlüğü ülkede doya doya yaşadıkları halde sanki NAZİ Almanya’sında yaşıyorlar gibi bir illüzyon yaratarak küfürler yağdırıyorlar. Diğer etnik yapılarda bu temelde hareket ediyorlar.
Yazdığı makaleye yeniden dönecek olursam Delal Dink, içinde bulunduğu ruh halini çok iyi anlatmış:
Ben sağlam kâbus görürüm. Hayat besliyor demek… Ama bu hafta hepsini aştı. Uyarıyorum, şiddet içerir: Bir binanın önünde kalabalık. Bir cenaze töreni sanki. Babamın dostları kapıda. Aralardan yürümeye çalışıyorum. Yüzlere bakıyorum. Olamaz ki, Onunla ilgili olamaz. Babam çoktan öldü, herkesin gözü önünde öldürüldü. Sonra birden babamın tabutunu gördüm bir kalabalığın elinde. Sonra birden bedenini içinden çıkarıp havaya kaldırdıklarını… Sonra kafasını kestiler. Kan akıyordu. Oluk oluk. Ama babamı çoktan öldürdüler. Kanı nasıl akabilir? Hayatımda bu kadar kan görmedim. Babamın yerde yatan bedeninin etrafında bile… Kafasını bir sopaya saplayıp gezdirmeye başladılar. Ama zaten öldü. Nasıl tekrar öldürebilirler?
Delal Dink’in gördüğü rüyalar, pembe mi, sıradan bir rüya mı yoksa kâbus mu olduğunu yalnızca kendisi bilir. Bu konuda bir şey söyleyecek değilim. Fakat, insan yukarıda yer alan satırları okuduğunda kendisiniçok abartılmış şiddet sahneleri içeren Testere filmin metnini okuduğunu sanır. Öncelikle belirtmeliyim ki alçakça işlenmiş bir cinayetin, insanın en yakınını elinden alması kadar çok az şey insana acı verir. Bu anlamda babasının kaybının onda yarattığı yıkımı bir tek o bilir. Böylesine bir acıyı hiç kimse yaşamamalı. Ama gelin görün ki Türkiye’nin Batı’nın istediği rotaya sokulması için çok canlar alındı. Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Bahriye Üçok’un, Turan Dursun’un, Kemal Türkler’in yakınları da çok acı çektiler. Hrant Dink de bu işlenen siyasal cinayetlerin bir halkasıydı.
Yine yurt dışından bir örnek daha verecek olursam; İtalya yıllarca koalisyon hükümetleri tarafında yönetiliyordu. İtalya’nın en büyük partisi olan Komünist Partisi’nin oyları hükümet kuracak sayıya ulaşamıyordu. Komünistler hükümet kuramayınca diğer sağ partiler hükümeti kurarak ülkeyi yönetiyorlardı. Hristiyan Demokrat lider Aldo Moro, bu geleneği yıkıp Komünistlerle hükümeti kuracağını açıklamasından sonra İtalya terör girdabına sokuldu. O günlerde solcu, Kızıl Tugaylar Örgütü’nün eylemleri her gün basında yer alıyordu. Örgüt, bir gün Aldo Moro’yu kaçırdığını dünyaya duyurdu. Bütün aramalara rağmen Aldo Moro bir türlü bulunamadı. Uzun zamandan sonra örgüt açıklama yaparak Aldo Moro’yu yargılayarak infaz ettiklerini duyurdu. Bu olaydan sonra da Hristiyan Demokratlarla Komünistlerin koalisyonu tezi rafa kalkmış oldu. İtalya geleneksel olarak yine sağ partiler koalisyonu tarafından yönetildi. Yıllar sonra Kızıl Tugaylar Örgütü’nü CIA’nın kurduğu gerçeği ortaya çıktı. CIA, sol(!) bir örgüte sağın liderini öldürterek yapılacak tarihi koalisyonu engellemişti. Siyasal tarihte bu iki örneğe benzer örnekler çoktur. Bu tür cinayetlerin asla değişmeyen bir kuralı şudur: Azmettiren, asla doğrudan cinayet işlemez. Hedef şaşırtmak için farklı tetikçiler kullanır. Bu gerçek ortadayken Dink ailesinin ve Hrant’ın Dostları’nın hâlâ hedef tahtasına Türk Milliyetçiliğini oturtmalarına ne demeli? Oysa bu oynanan siyasal oyunlarda İtalya’da komünistler, Türkiye’de ise Türk milliyetçileri kaybediyordu. FETÖ, “ Ulusalcılık engeli Türkiye’de mutlaka aşılmalıdır” diye görev tanımı yaparken bazı aklı evveller de bu görevi üstlenerek Türkiye’de Fetö’yle birlikte Ergenekon’cu avına çıkmışlardı.
Soruyorum; Sayın Delal Dink, rüyasında gördüğü “Babasının kafasını kesip, kanını oluk oluk akıtanların sonra başını bir sırığa geçirip gezdirenlerin” Fetö’cüler ve onları azmettirenin ABD olduğu gerçeğiyle ne zaman yüzleşecek acaba?
Gerçekleri kabul etmek bu kadar zor mu?
Bu gerçek kabul edildiğinde öne sürülen bütün tezlerin çürüyeceğinden ve yapılan bütün ittifakların yıkılacağından korkuluyor herhalde.
Ermeniler, 1915 Olayları ve Türk nefreti üzerinden kendilerini daha ne kadar var edebilirler? Türk ulusunun yakasından ne zaman düşecekler? Yüz yıldan beri emperyalistlerin maşası olmaktan hâlâ bıkılmadı mı?
Yukarıda yer alan sorulara yıllardır bir türlü olumlu yanıt alınamadı. Aynı asılsız iddialar ısıtılıp ısıtılıp gündeme getiriliyor. Ermeniler, besledikleri kin ve nefret duygularının kendilerini insanlıktan çıkarıp onları bir canavara dönüştürdüğü gerçeğiyle bir türlü yüzleşmek istemiyorlar.