Sanat

“Kayıp Alfabe”: Sizde hiç utanma yok mu?

Guernica, o tarihten beri tüm dünyada faşizmin kanlı yüzünü, vahşetini gösteren bir eser olarak anılır.

Ahmet Güneştekin’in “Kayıp Alfabe”sini bulmak için Feshane’nin tuğla duvarları arasında bir yolculuğa çıkacağız.

Bu konuda rehberimiz Ertuğrul Özkök olacak.

Ertuğrul Özkök, bizi sergi alanının koridorlarında gezdirirken aynı zamanda sergi alanı içinde yer alan eserlerin sanatsal, felsefi, tarihi içeriği konusunda da bizleri aydınlatacak. Duvara asılmış rengarenk çemberlerle bizleri uçan halıya binmişçesine “Gavur İzmir’e, Diyarbakır’a, Mezopotamya’ya hatta İspanya’ya kadar götürecek.

Gezi, sanat rehberimiz Ertuğrul Özkök.

Adam, resmen ayaklı kütüphane…

Her konuda bilgili, her konuda söyleyecek bir lafı var.

Eee, Aydın Doğan, durduk yere medyanın amiral gemisinin kaptanlığını hiç ona teslim eder miydi?

Ertuğrul Kaptan bizi hemen serginin girişinde yer alan mübadil kayığına bindirdi.

Kayık dediğim, fırtınalı denizi bir yana koyun, çarşaf gibi bir denizde bile dağılacak kadar eski, döküntü bir şey.

Üstünde “İzmir” yazan viran tekne, bizim yollarda görmeye alışık olduğumuz saman balyası taşıyan kamyonlar gibi tepeleme bavul yüklü.

Ahmet Güneştekin, bu çürük tekneyi niye bavullarla doldurdu acaba?

Çürük tekne ve eski bavullar, gidenlerin yoksulluğunu mu anlatıyor bizlere?

Oysa Rumlar, gitmeden önce İzmir’in en zengin ve en imtiyazlı kesimi oluşturuyorlardı.

Kurtuluş Savaşı öncesi dönemde ticaret yaparak, para kazanarak bir elleri yağda, bir elleri balda yaşayıp gidiyorlardı.

Ben bir de şu teknenin adına takıldım kaldım.

Yunanistan’a giden Rumlar, teknenin adını niye İzmir koydular?

Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Levantenler yani İzmir’in seçkin kesimleri yaşadıkları kente Smyrna” derlerdi.

Yunanistan’a giden teknenin adı da “Smyrna” olması gerekmez miydi?

Gerekirdi.

Yunanistan mübadili ve aynı zamanda İzmirli olan Ertuğrul Özkök, bu konuda cahil olan Ahmet Güneştekin’i uyarmamasını ayıplıyorum doğrusu.

İzmir’deki “Gavur Mahallesi” sergisinde de aynı hata tekrarlandı. Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Böyle uluslararası bir sergide tarih ve kültür üstüne hata yapılması yenilir yutulur bir şey değil. Hadi bizi geçtik, yabancılara karşı ayıp oluyor valla…

Şu döküntü kayıkta yapılan hatalar, yanlışlar bavullar gibi üst üste binmiş.

Ahmet Güneştekin, bavulların içinde uyguladığı ses enstalasyonuyla zaten bu konuda çok hassas olan Ertuğrul Özkök’ün duygu dünyasını – bavulların arasına yerleştirdiği kedi sesi miyavlamasıyla- can evinden vurmuş.

Özkök Hiçbir insan sesi bu kedi miyavlaması kadar acıklı bir ağıta dönüşemez. Çünkü göç dediğimiz trajediyi en güzel anlatan ses bu…” diyerek feryat ediyor.

İzmir’deki sergide, bavulların içinden kedi sesi gelmiyordu.

Anlaşılan Haliç kıyısında gezerken sergi alanına dalan bir kedi, bavulların arasına saklanmıştı.

Kedi sesi duyduğunda dengesi bozulan Özkök’ün aklına, “İstanbul sergisinde nereden çıktı bu kedi?” diye bir soru sormak gelmemiş.

Güneştekin, kedi sesiyle Ertuğrul Özkök’ü kendi deyimiylebir kedi miyavlamasıyla mahvetmiş.”

Duygusal dünyası mahvolan Özkök, mübadele kayığının çevresini 7 kere tavaf ettikten sonra serginin diğer bölümlerinde -herhalde baş dönmesinden olsa gerek- iyice saçmalamış.

Güneştekin, Ertuğrul Özkök abisinin durumunu görünce hemen elinden tutup onu bir mermer blokunun yanına götürmüş ve “Abi, bu kayaya biraz yaslanarak dinlen istersen.” demiş.

Aşağıdaki fotoğraf da bu anı yakalamış ve tarihe kayıt düşmüş.


Bir süre dinlendikten sonra kendisine kelen Özkök, dayandığı mermerin büyüklüğüne şaşırarak onu yakından incelemeye başlamış. Mermer blokunun altında kitaplar… Kaya parçası, lök gibi oturmuş kitapların üstüne. Özkök, gördüklerini yazısında şöyle anlatıyor:


Karşıma bir lahit çıkıyor… İsterseniz tabut da diyebilirsiniz… Altında kitaplardan oluşmuş bir musalla taşı… Her biri yasaklanmış, yakılmış, yok edilmiş, yazarları öldürülmüş, hapislerde çürütülmüş kitaplar… Kayıp bir alfabenin kaybolmamış delilleri…

Evet! Sonunda Kayıp Alfabe’nin kaybolmamış parçalarını, Özkök’ün rehberliğinde devasa bir mermer parçasının altında bulabildik.

Özkök,lahit”diyor,tabut”diyor,musalla taşı”diyor ve bu sözcüklerle bize ölümüanlatıyor.

Ölenin kim olduğunu, ne olduğunu ise nedense söylemiyor.

Biz onun adına konuşarak, söylenmeyeni hemen söyleyelim.

Kitaplardan oluşmuş musalla taşının üstüne bir karabasan gibi oturmuş olan 100 yıllık Cumhuriyet’tir.

Cumhuriyet; kültürün- sanatın üstüne çöreklenmiş olarak yapılacak cenaze törenini sabırsızlıkla bekliyor.

Politik alanda da dinci rejim, Cumhuriyet’in cenazesini kaldırmak için çırpınmıyor mu?

Güneştekin’in bu sanat eseri, dinci rejimin programıyla gayet uyumlu olarak içinde yaşadığımız dönemi, çok iyi ifade ediyor. “Cumhuriyet dediğin bir mermer blokudur. 100 yıldan beri üstümüzden kalkmıyor, bizlere nefes dahi aldırmıyor, kalksa da kurtulsak şu illet Cumhuriyet’ten, biraz özgür olsak ne var sanki” diyor bizlere.

Ahmet Güneştekin’le Özkök, “lahidin” yanından uzaklaştıklarında merak edip lahide doğru gidiyorum.

Şu Cumhuriyet’in ezdiği yazarların kimler olduğunu merak ederek lahidin yanında diz çökerek kitapların adlarına ve yazarlara bakıyorum.

Karşıma; İskender Pala, Murat Menteş, Mümin Sekman, Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Kemal Varol, Yaşar Kemal, Turgut Uyar, Daniel Defoe, Jack London, Haldun Taner, Cemal Süreyya, Reha Çamuroğlu gibi kişiler çıkıyor.

Gülüyorum.

Ahmet Güneştekin, kitapçılardan sağcı, solcu, liberal, gerici demeden ne kadar kitap varsa toplayıp onlardan bir “musalla taşı” yaparak üstüne de bir mermer blok oturtarak “Alın size Türkiye Cumhuriyeti, alın size faşizm!demiş.

Böyle sanat şaheseri karşısında şapka çıkarılır doğrusu.

İskender Pala, Ahmet Ümit, Orhan Pamuk, Reha Çamuroğlu, Murat Menteş, Mümin Sekman gibi nice yazar, Ertuğrul Özkök’ün deyimiyle ne zaman “öldürülmüş”, ne zaman “yasaklanmış”, kitap yazdı diye ne zaman “hapislerde çürütülmüş.”

Ben bilmiyorum.

Bilemediğim için cahilliğimden utanıyorum.

Cumhuriyet’in musalla taşından biraz uzaklaştıktan sonra, Ertuğrul Özkök bizi kırkyamalardan oluşmuş bir uçan halıya bindirerek 1936-37 yıllarındaki İspanya’ya götürdü.

1936 yılında İspanya’da yapılan seçimleri Cumhuriyetçilerle solcuların oluşturduğu Halk Cephesi kazanmıştı. Halk Cephesi, iktidara geldikten hemen sonra köklü reformları uygulamaya başladı. O dönemde Avrupa’da faşizm güçlüydü, Almanya’da, İtalya’da faşizm iktidardaydı. İspanya’daki ordu içindeki faşist generaller ayaklanarak Cumhuriyetçi hükümeti tanımadılar ve Ülkedeki tüm kurumlar ikiye bölündü. Cumhuriyetçilerle Faşistler arasında olan İspanya İç Savaşı’nda 500 bin insan öldü.

Faşistlerin lideri General Franco, Alman ve İtalyan faşistlerinden her türlü yardımı alıyordu. 26 Nisan 1937’de Hitler Almanya’sına ait 28 bombardıman uçağı, İspanya’nın Guernica şehrindeki Cumhuriyetçileri bombaladı ve saldırılarda 250-1600 kişi öldü.

Cumhuriyetçi İspanya Hükümeti, Pablo Picasso’ya bir sanat etkinliğinde yer vermek için bir eser sipariş etti. Picasso, 15 gün içinde daha anıları çok taze olan Guernica saldırısını betimleyen 349x776cm boyutlarında “Guernica” adlı tabloyu yaptı.

Guernica, o tarihten beri tüm dünyada faşizmin kanlı yüzünü, vahşetini gösteren bir eser olarak anılır.

Siyah-beyaz olarak yapılan bu eseri aşağıda görüyorsunuz.

Ertuğrul Özkök, bizleri geçmişin İspanya’sından alarak zamanımızın Türkiye’sine – sergi salonuna- hızla getirdi. Elimizden tutarak adeta sürükleyerek çeşitli hurdalardan yapılmış ve duvara monte edilmiş gri bir sanat eserinin(!) önüne götürdükten sonra “Bir Anadolu Guernika’sı bu eser… Picasso’nunki kadar güçlü ve ızdırap verici bir utancı ve ızdırabı anlatıyor.” dedi.

Özkök’ün eliyle işaret ettiği esere bakıyorum; karşımda kırık koltuklar, ayakkabılar, su bidonları, çanak antenler, buzdolabı kapakları ve daha bir sürü şey…

Ahmet Güneştekin bu eserini, Sur çatışmalarından geriye kalan döküntü eşyalarından yaptığını söylüyor. Kendi ifadesine göre “Baskıcı, zorba T.C.’nin yaptığı katliamları” anlatıyormuş.

Ressam, Diyarbakır’dan İzmir’e, İstanbul’a doğru açıldığında bu hurda yığınına, Hatay depreminden ve başka felaketlerden alınan şeyler de ekleyerek diğer insanların da kalbini kazanma yoluna gitti.

Bazı Kürt çevreleri Güneştekin’in bu eserini, 2021 yılında “Guernica” olarak nitelemişlerdi.

Ertuğrul Özkök de günün modasına uyup tenekelere, vantilatörlere, kırık bisikletlere bakarak “İşte bu Türkiye’nin Guernica’sı” diye bağırıyor.

Be utanmaz, arlanmaz herif!

Cumhuriyet’e böyle ağza alınmayacak küfürleri utanmadan, sıkılmadan nasıl edebiliyorsun?

Bir “Beyaz Türk” olarak bu ülkede üretilen sütün en iyi kaymağını sen yedin, beyler, paşalar gibi yaşadın. Şimdi Cumhuriyet’in cenaze namazının kılınmaya kalkışıldığı bu günlerde geriye dönüp bıraktığınız enkaza “faşist” diye küfür ediyorsun.

İnsan bu kadar nankör ve bencil olamaz.

İspanya’da halk tarafından seçilmiş meşru Cumhuriyet Hükümet’i vardı.

Uluslararası faşizm ve General Franco, seçilmiş bu meşru hükümeti tanımayarak 500 bin insanın ölümüne neden oldular.

Sur Çatışmaları döneminde de ister beğenelim, ister beğenmeyelim ortada meşru bir Cumhuriyet yönetimi vardı.

AKP ile PKK bir anlaşmaya varmışlardı ve bu anlaşmayı tüm Batı dünyası canı gönülden destekliyorlardı.

Bu arada çatışmasızlık döneminde, PKK şehirlere silah yığarak ayaklanma için tüm hazırlıkları yaptı.

Sonuçta ne olduysa oldu, anlaşma bir biçimde bozuldu ve Sur’daki çatışmalarda tam 800 güvenlik görevlisi ve karşı taraftan binlerce insan öldü.

Şimdi burada kim Cumhuriyetçi, Kim faşist Franco?

Ertuğrul Özkök, hiç kıvırmadan Türkiye’nin Franco’sunu açıkla!

Orta Doğu’da IŞID, HTŞ ne kadar Cumhuriyetçi ve devrimciyse PKK da o kadar Cumhuriyetçi ve devrimcidir.

Her üçü de Amerika’nın ve İsrail beslemesidir.

Ellerinde Amerikan bayraklarıyla Amerikan generallerinin yanında sırıtanları, tarih hiçbir zaman Cumhuriyetçi ve devrimci hanesine yazmadı, bu böyle biline…

Özkök; “ lanet, acı, meçhul, utanç, çaresizlik, ızdırap, korku” gibi sıfatları kullanarak siyasal bir bilince ulaşamamış okuyucuda suçluluk duygusu yaratmaya çalışırken birden bire İmamoğlu övgüsüne başladı.

Bu sergi alanını İstanbul’a kazandırdığı için İmamoğlu’na teşekkür ediyor.

Serginin açılış galasına gelen önemli konuklar, Tersane Rixsos’ta kalmışlar.

Kaldıkları otele de hayran olmuşlar.

Tersane Rixsos’sun sahibi kim?

Fettah Tamince.

Fettah Tamince kim?

Eski Fetöcü, Kürt asıllı iş adamı…

Feshane’de açılan serginin sponsorluğunu Yıldız Holding yaptı.

Yıldız Holding, Murat Ülker’in.

Murat Ülker kamuoyunda sanata çok düşkün biri olarak tanınıyor.

O da Beyaz Türkler’den…

Murat Ülker, büyük oğlu Yahya Ülker’i 2018 yılında Fettah Tamince’nin kızı Hatice Tamince ile evlendirmişti.

Yani Murat Ülker’le Fettah Tamince dünüşü oldular.

Özkök yazısında “Açılışta iki isim: Fettah Tamince ve Chobani’nin patronu Ulukaya… Açılışa ve yemeğe katılan sürpriz bir kişi de Hamdi Ulukaya idi.” diyor.

Hamdi Ulukaya, Türk yoğurdunu Amerika’da “Yunan Yoğurdu” adıyla pazarlayan adam.

Şu bildiğimiz “çoban”ı İngilizce “Chobani” olarak adlandırarak, satmış.

Ah! Ne tesadüf, o da Kürt asıllı iş adamı…

Yemekte Ertuğrul Özkök, Fettah Tamince ve Hadi Ulukaya kafa kafaya verip bir güzel sohbet etmişler. Ertuğrul Özkök, Kürt iş adamı olan arkadaşlarının başarı hikayelerini bir başka yazıda anlatacakmış.

Zahmet etmesin, Hadi Ulukaya hakkında Özkök’ün yazmayacağı bir iki bilgiyi ben vereyim.

Amerika dediğin fırsatlar ülkesi…

Aklını kullanıp doğru yatırımlar yaptığında önündeki tüm kapılar açılır ve bir Hollywood yıldızının kırmızı halıda yürüdüğü gibi yürürsün hayat yollarını…

Aşağıdaki fotoğraf, bize her şeyi anlatmıyor mu?

Amerika’da mucizeler yaratmış bir iş adamını, dünya lideri Erdoğan da elini şanslı adamın omuzuna kayarak kutluyor. Durumdan herkes memnun… Yalnız bazı bilgilere sahip olan eski MİT Başkanı Hakan Fidan, yandan bakışlarla endişeli olarak tanışma serenomisini izliyor.

Bence bu fotoğrafı çeken gazeteci, insanların yüzlerine yansımış olan duyguları da çok iyi yakalayarak Velázquez’in Nedimeler” adlı tablosuna benzer bir görüntü yakalamış.

Fotoğrafı çeken gazetecinin kim olduğunu bilmeden, onu kutluyorum.

Dönemin MİT Başkanı Hakan Fidan’ı endişeye sevk eden şeyin, Chobanici Hadi Ulukaya’nın Suriye’deki PYD’ye yaptığı 2 milyon dolarlık bir bağışın olduğunu sanıyorum.

Eee ne de olsa Kürt iş adamı…

İş adamı da olsa kan çekiyor besbelli…

Ertuğrul Özkök, Fettah Tamince ve Hadi Ulukaya ne güzel bir üçlü…

İstanbul’da bir sanat etkinliği yemeğinde bir araya geldiler.

Orta Doğu’da kurulması planlanan Büyük Kürdistan da hiç söz ettiler mi acaba?

Her neyse biz onların yediklerini, içtiklerini, ne konuştuklarını bir kenara koyarak yolumuza devam edelim.

Dünya çapında ses getiren bu sanat etkinliği hakkında kimler neler demişler diye meraklanarak bir araştırmaya koyuldum.

Aramalarım bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı.

Onlarca verilen sergi haberleri bile birbirlerinin kopyası, kes yapıştır cinsinden. Kürtçü çevreler, sanat kaygısı taşımadan sergiye sadece övgü düzmüşler. Birikim çevresi ise Kürtçülerin söylediklerini tekrar edip durmuş. Eski Fetöcülerin toplandığı Serbestiyet’te Kürtçü saiyasete ağıtlar yakılmış. Tam umudumu kesmişken karşıma TKP’nin Sol Haber’de “Hafıza Odası” ve Diyarbakır: Yüzleşme mi, çürüme mi?” başlıklı bir yazı çıktı. Yazıyı Özkan Öztaş kaleme almış.

Okudum.

Şu bizim TKP, “Türkiyeli”likten kurtulup bir türlü Türk olmaya geçemiyor.

Geçemeyince de bir ulus devlette yaşadığının farkına varamıyor.

Türkiye’ye baktıklarında Türkiye’yi etnik milliyetler toplamı olarak görüyorlar.

Bu hastalıklı bakış, komünist bünyede çok çeşitli hastalıklara yol açıyor.

Dünyayı ve olayları etnik gözlüklerini takarak değerlendirince komünist değerler, baştan ayağa etnik milliyetçilik mikrobuna bulanıyor.

Ahmet Güneştekin, Diyarbakır’da açtığı “Hafıza Odası” adlı sergisinde İstanbul’daki eserlerin neredeyse tümünü kullanmıştı.

TKPli Öztaş, açılan sergiye “… Sorunun merkezinde Ahmet Güneştekin’in üretimlerinde bir öznenin var olmayışı duruyor.” diyerek ve itiraz ederek “Sergide her şey var ancak kötünün, kötülüğün, zulmün ve acıların öznesi-faili yok. Ortada bir eleştiri de olmayınca türlü magazin ve medya ehliyle jet sosyete, cenaze tabutlarını bir defile alanına dönüştürebiliyor.” diyor.

Yazının ilerleyen bölümlerinde de “özne”nin ne olduğuna dair bir açıklama yapıyor.

Devam ediyoruz, Öztaş Bey konuşuyor:

Evet sorun tam olarak mevzunun sınıfsal özünde. Serginin estetik kabiliyetindeki yoksunluk da katılımcılarındaki çiğlik de buradan gelmektedir. Öznesiz sanatın ve siyasetin sonuna geldiğimiz bir süreçteyiz çünkü. Özne deyince de tabii ki emekçi halkı anlıyor ve bunda ısrar ediyoruz. Madem Kürt sorununun çözümünde muhatap emekçi halktır, o zaman sanatın merkezinde de emekçi halk yer alacaktır.

Ben bu paragraftaki yanlışlardan hangisini düzelteyim?

Hangisine laf yetiştireyim?

“Katılımcılardaki çiğlik” ifadesiyle yazar, Diyarbakır sergisinde Ertuğrul Özkök ve İsmail Saymaz gibi gazetecilerin zılgıtlar eşliğinde halay çekmesini ima ediyor.

Kusura bakma Öztaş, elimizdeki en entelektüelleri Özkök ve İsmail Saymaz gibiler…

Daha iyileri olsaydı onlardan verirdik.

Bizim ufku dar, anlayışı kıt komünistimiz, “Kürt Sorunu” dediği sorunun bir tek işçi tarzında çözüleceğini sanıyor. Orta Doğu’da Erdoğan’ın deyimiyle “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Şimdi emperyalizmin ve siyonizmin inayetiyle “Kürt Sorunu” küresel tarzda çözülüyor.

Özkan Bey, “…kötülüğün, zulmün ve acıların öznesi-faili yok” diyerek Ahmet Güneştek’ini olmayan bir şey üzerinden suçluyor.

Gerçekten bu sergide özne ve fail yok mu?

Bir sanat eseri, sokakta ajitasyon yapan bir militan gibi her şeyi açık açık söylemek zorunda mı?

Bir sanat eseri, “Lafın tamamı aptala söylenir.” anlayışıyla bazı şeylerin yorumunu da seyirciye bırakır.

Yazar ortaya konulan eserlerin, neredeyse tümünün Cumhuriyet’e yönelik içerikleri olduğunun farkında değil mi?

Bir esere baktığında ondan gerekli sonuçları çıkarmaya aklı yetmiyor mu?

TKPli Özkan Öztaş yazısında, Cumhuriyet değerlerini savunan tek bir laf etmeden Kürt milliyetçilerinden aldığı lafları ulu orta her tarafa savuruyor.

Burjuva Demokratik Devrimin, yapılan olumlu işlerini sahiplenen Leninist tutum nerede kaldı?

Şu Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde savunulacak en ufak bir devrimci atılım ve eser de mi yok?

Bir komünist olarak mı konuşuyorsun yoksa iflah olmaz bir Kürt milliyetçisi olarak konuşuyorsun?

Sergiye katılan “jet sosyete” dediğin Beyaz Türk’lerin neden katıldığına dair doğru bir fikrin de yok!

Tartışılan “Guernica” konusunda da şöyle diyor komünist yazarımız:


Yakın Kürt tarihinin Guernica’sı olarak tarif edenler bile olmuş sergiyi! Öyle olsaydı ‘bunu kim çizdi’ sorusunun da bir cevabı olurdu değil mi? Ya da türlü rütbeli ya da rütbesiz askerin sergiyi gezerken bu kadar rahat olmaması beklenir. Ama ne utanacak ne de endişe edecekleri bir şey var sergide.

Vah zavallı komünizm!

Kimlere kalmışsın!

Zavallı yazarın, Cumhuriyet’e bakarken ve değerlendirirken Ertuğrul Özkök’ten hiçbir farkı yok!

O da, aynı paslı silahla saldırıyor Cuhuriyet’e.

Ahmet Güneştekin’in eserinin, Guernica olarak nitelendirilmesine, subayların “rahatsız olmaması” üzerinden yaklaşarak itiraz ediyor.

Rütbeli subaylar Picasso’nun eserinde olduğu gibi itiraz etseler, bizim şaşkın komünistimiz “Hah!İşte şimdi oldu. Türkiye’nin de artık bir Guernica’sı var.” diyecek.

Aklının çoğunu, etnik milliyetçilik mikrobunun tahribatında yitirmiş olan yazarımız, Türkiye’deki sınıfların yapısından, programlarından da haberi yok!

Türkiye’de, laik devleti, Cumhuriyet’i yıkanların başında laik ordu(!) gelir.

NATO’nun eğitiminden geçmiş olan subayların, Guernica ile faşist olarak suçlanmalarına bir itirazları olamaz.

Sen bunları hâlâ öğrenemedin mi?

TKP, güya ayrılıkçı Kürt hareketine karşı mesafeli durmaya çalışan bir hareket olarak kendisini konumlandırdığını iddia ediyor.

En iyisi bu…Geri kalanların ne durumda olduklarını varın siz düşünün.

Yazının 2. bölümünde küresel sisteme bağlanmış bir burjuva liberali ile bir komünistin görüşlerini değerlendirdik. Her ikisinin de Kürt ayrılıkçılığı söz konusu olduğunda, koşarak karşısında huşuyla secdeye vardıklarını gördük. Onları Cumhuriyet düşmanlığı konusunda birleştiren düşünce; emperyalist, siyonist ideolojidir. Onların, önlerine konulan Batı planları dışında savunacakları bir düşünceleri ve eylemleri de yok. Biri sağdan diğeri sol patikadan gelerek aynı noktada birleşiyorlar.

100 yıllık Cumhuriyet’in emperyalizme karşı verilen mücadeleyle başlayan serüveni, bugünlerde dağılma ve şeriatla sonlanma tehdidi ile karşı karşıyadır.

Bu dağılmada, çürümede aydının ve sol hareketin ihaneti sayılamayacak kadar çoktur.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

15  ⁄    =  5

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.