Telefondaki ses tanıdık biri, İsmail Abi.
Karşılıklı olarak hal, hatır sorduktan sonra lafı uzatmadan sadede gelerek “Ne yapıyorsunuz oralarda?” diye sordu. Sorunun varacağı yeri kestiremediğimden ötürü bir taraftan merak ederek her zamanki genel geçer laflardan birini ettim.
-Hiç, ne yapalım? Oturuyoruz işte.
Oturma işi, bizim toplumca yaptığımız en önemli işlerin başında gelir. Bir eve konuk gitmeyi bile oturmayla ifade ederiz. İsmail Abi telefonda ikinci soruyu yapıştırdı.
-A be, oturmaktan daha sıkılmadınız mı?
– Sıkıldık ama ne yapabiliriz?
-Gelin sizi biraz gezdirelim.
-N’erde?
-Sizi Bulgaristan’a götürelim. Gezelim biraz.
-Neden olmasın, Cazip bir teklif! Peki ama bu iş nasıl olacak?
Yan tarafta konuşmalarımızı dinleyen Cemile, meraklı gözlerle beni izlerken İsmail Abi, beklenen açıklamayı yaptı.
-Bildiğiniz gibi Gül’ün Burgaz’da bir evi var. Önce Gül’e gideriz. Bir gece kaldıktan sonra değişik şehirlere gidip gezeriz. Gezelim biraz, bacaklarımız açılsın! Geziyi bizim arabayla yaparız. Bildiğin gibi araba oldukça geniş ve yeni, rahat ederiz.
Telefon görüşmesi bittikten sonra Cemile’ye gerekli açıklamayı yaptım. Gezmeyi, yeni yerler görmeyi seven ve bu konuda beni uyuşuk bulan eşim, duyduklarına sevindi. Gerekli hazırlıkları yapmak, hastane randevularını savuşturmak için bir ay sonraya sözleştik.
12 Mayıs 2025 tarihi’nde öğle civarı Tekirdağ’dan yola çıktık.
Arabada dört kişiyiz. Benle Cemile, halamın oğlu İsmail ve sevgili eşi Nedret.
Direksiyonda İsmail Abi, bütün gezimiz boyunca onun kaptanlığında kazasız belasız dolaştık.
Arabadaki yolcuları 68’li olarak ifade edersek sanırım yanlış tanımlama yapmış olmayız. Nedret Abla, lise matematik, İsmail Abi felsefe, Cemile de sınıf öğretmeni… 80 öncesi fırtınalı dönemde, doğrudan, eşitlikten, özgürlükten, Cumhuriyetten yana tavır aldıkları ve öğretmen mücadelesine omuz verdikleri için çile çektiler, baskılara, sürgünlere uğradılar. Şimdi de ilerlemiş yaşlarına rağmen yine de ülke sorunlarını dert edinmeye devam ediyorlar.
Hava bulutlu, araba Muratlı üzerinden Trakya’nın merkezine doğru yol alıyor.
Varacağımız ilk yer, Lüleburgaz.
Nedret- İsmail çiftinin kızı Gül’ün eşi Recep’in kaldığı evden bazı eşyaları alıp Bulgaristan’daki Burgaz’da oturan Gül’e götüreceğiz. Gül, Bulgaristan’dan oturum izni aldıktan sonra bir ev kiralamış, orada yaşıyor. Bir yıl süreyle Bulgaristan dışına çıkması bir haftayla sınırlı olduğu için Burgaz’dan Türkiye’deki iki lokantasını yönetmeye çalışıyor.
Yeşilin her tonunun görüldüğü tarlaların içinde yol alıyoruz. Yağmurla beslenmiş buğday başakları yukarı doğru başlarını kaldırmışlar, daha şimdiden diz boyu olmuşlar.
Önümüzde akıp giden yoldan gözümü bir an kaldırıp yeşil denizi seyretmek insana huzur veriyor.
Muratlı’yı geçtikten sonra doğanın yarattığı eşsiz tablonun içine çirkince oturtulmuş fabrikalar çıkıyor karşımıza. Yolda ilerledikçe fabrikaların, depoların sayısı da artıyor. Arabanın içinde doğa-insan ve çevre sorunlarını tartışmaya başladık..
Dünyanın en verimli tarım alanlarından biri olan Trakya Ovası, siyasal iktidarlar tarafından yerleşime açıldı. İstanbul’daki tekstil, deri, cam sanayi gibi birçok sanayi kolu, yeşil denizin içine taşındı. Ve beklenen sonuç; tekstil fabrikaları, kimyasal atık sularını derelere akarsulara boşaltıyorlar. Daha şimdiden Ergene nehri katran gibi akıyor. Tekstil patronlarının fabrikalardan çıkan zehirli atık suları, 50- 100 metre derinliğe bastıklarını gazetelerden öğreniyoruz.
Toprağın altı da, üstü de zehirleniyor.
En verimli tarım alanları, uygulanan politikalarla yok ediliyor.
Lüleburgaz’a yaklaşırken İsmail Abi, okuduğu Kepirtepe Öğretmen Okulu’nu göstererek okulun geçmişten kalan binalarının harap durumunu, küçük bir köyde yaşayan bir köylü çocuğun, Kepirtepe’yi kazandığında hayatının nasıl değiştiğini bize anlatıyor.

Kepirtepe Köy Enstitüsü, ta 1942’lerde kurulmuş.
Köy Enstitülerini kuran İnönü yönetimi, İngiliz-Amerikan himayesine girince Demokrat Parti ile birlikte bu kurumları kapatmış.
Babam da Köy Enstitülü bir öğretmen, Kepirtepe’de okumuş, öğretmen çıkmış. Öğretmen olunca yeğeni İsmail’in elinden tutup öğretmen olması için teşvik etmiş. İsmail Abi, “Dayım olmasaydı ben ancak köyde bir çoban olurdum.” diyerek vefa duygusunu dışa vuruyor. Parmağıyla gösterdiği binaların duvarlarına birileri yazılar yazmışlar. Çatılarının neredeyse çökecek hissi uyandıran görüntüsü içimizi acıtıyor.
AKP yönetimi, Cumhuriyet döneminden kalan anıt eserleri, toplumun aklından silmek için bir bir yok ediyor.
Lüleburgaz’dan gerekli eşyaları alıktan sonra rotamızı, Dereköy Sınır Kapısı olarak belirledik. Bulgaristan sınırına yaklaştıkça düzlükte uzanan tarlaların yerini hafif engebeli bir arazi üstünde ağaç kümelerinin aldığını görüyorum. Giderek orman araziye egemen olmaya başladı. Hava da iyice bulutlandı.
Dereköy Sınır Kapısı’na yaklaştığımızda yağmur atıştırmaya başladı.
Önümüzde gümrük işlemlerini yaptıran üç tane araç var.
Türk tarafında, kontrolden geçmek için arabadan indiğimizde ıslandık.
Pasaport kontrolünü yaptırırken nubuk olan ayakkabılarım su çekti.
Yaşı 70’i geçmiş olan yolcuların kontrolü gümrükte hızlı yapılınca Bulgaristan topraklarında yol almaya başladık.
Silecekler yağmur sularını kenarlara savururken önümde akan görüntüyü ilgiyle seyrediyorum. Yol boyu her taraf, ağaçlarla kaplı. Yağmur eşliğinde kavisli ağaç koridoru içinde yol alıyoruz. Ağaçlardan başka bir şey görünmüyor. Sileceklerin arasından yağan yağmuru, ağaçları ve akıp giden yolu seyrederken aklıma karikatürist Bedri Koraman’ın bir karesi geldi.
Yıllar önce Bedri Koraman, Milliyet gazetesinde hafta sonları tam sayfa karikatür çizerdi. Seçim dönemlerinde de seçim konulu seri bant karikatürleri olurdu. O yıllarda merakla bu karikatürleri takip ederdim.
Bulgaristan’da sosyalist yönetimin olduğu yıllar…
Bedri Koraman, Kapıkule’den çıktıktan sonra gördüklerini bir karede; dört ağaç, üç evle anlatmış.
Bulgaristan’da dümdüz uzanan yolun kenarında ağaçlar, evler sırayla dizilirken Türkiye’de ise dolambaçlı bir yol ve aynı sayıdaki ağaçlar, evler rastgele dağılmışlar. Karikatürist, iki kare ile Bulgaristan’da kuralların geçerli olduğunu, Türkiye’de ise bunun önemsenmediğini anlatmış.
Yıllar sonra orman içinde Bulgar topraklarında yol alırken, aklımın bir köşesinden iki kare karikatür çıktı, geldi.
İçimden; Kapıkule’den Sofya’ya doğru uzanan yolun, dümdüz gidip gitmediğinin yanıtını bulmaya çalışıyorum.
Biraz gittikten sonra ormanın arasında yer yer tarlalar görünmeye başladı.
Bu arada yağmur da dindi.
Köylerin içinden geçerken terk edilmiş, virane evleri görüyoruz. İsmail Abi “Bulgar gençleri, İtalya’ya çalışmaya gidiyorlarmış. Bu evler, terk edilmiş evler.” diyor. Önümüze çıkan köylerin bizim köylerden daha eski olduklarını görüyorum. Yıllar önce dolu tuğladan yapılmış evlerin duvarları, zamana direnerek bu günlere kadar gelmişler. Sosyalizm döneminde köylerin girişlerine dikilen 50-60cm. çapında ve 3-4 metre boyunda Kızılderili totemine benzer anıtların hâlâ varlığını koruduklarını görüyorum. Bakımsızlıktan yıpranmışlar, kaderlerine terk edilmişler. Her dört bir tarafında işçiyi, emeği temsil eden rölyefler ve Bulgarca yazılar var.
Dağlık, engebeli araziden ovaya doğru indikçe ağaçların yerini tarlalar aldı. Gördüklerim bana Trakya arazisini hatırlatıyor.
Nedret Abla ve İsmail Abi, defalarca Bulgaristan’a gidip geldiklerinden dolayı her konuda bizi aydınlatıyorlar. Konuşarak giderken menzile ulaştığımızın haberini verdiler.
Gül, Burgaz’a çok yakın, deniz kıyısında bir sitede oturuyor.
Karşımızda engin Karadeniz, göz alabildiğine uzanıyor.

Gül kapıda bizi karşıladı, evine buyur etti.
Gül, mesleği mimar olarak başarılı işlere imza atmasına rağmen inşaat sektöründe yaşadığı bazı olumsuzluklardan yılarak lokanta işletmeciliğine soyundu. Uzaktan Türkiye’deki işlerini yönetirken diğer yandan site yönetiminin kendisine verdiği 50 metre karelik alanda sebze yetiştirmeye çalışıyor. Bahçesinde; yağmur, çamur demeden emekçi bir kadın gibi çalışıyor. Evini, bahçesini çiçeklerle bezemiş. Diğer yandan bir kitap okuru olduğunu mutlaka belirtmeliyim.
Bu arada gezi planımızda bazı değişiklikler yaptık. Gül’de bir gün kalma süresini üç gün uzattık. Yunanistan’a gitme planımızı iptal ederek rotayı Romanya’ya kırdık. Burgaz’da kaldığımız süre içinde Sarapova’ya ve Aytos’a gittik, gezdik.
Aytos, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir kent olmakla birlikte şehre bakıldığında varlıkları hiç hissedilmiyor. Ancak kendi aralarında konuşurlarken ve bir dükkana girdiğimizde alış- veriş yaparken Türk olduklarını anlıyoruz. Gezerken meydanlara konulan bir pano dikkatimi çekti.
Kadınlı erkekli insan fotoğrafları panoya yapıştırılmış. Fotoğrafların altında Bulgar alfabesiyle yazılmış yazılar var. Kendi aramızda konuştuğumuzda, bu panolarda yer alan kişilerin yakında ölen kişilere ait olduğu sonucuna varıyoruz.
Saropova’da akşam üzeri yediğimiz yemekten herkes hoşnut kaldı.
Güzel bir akşamdı.
Gül, Burgaz’da kaldığımız son gece, teknoloji kusurlusu olan bizlere kalacağımız yerler ve yer ayırtma konusunda çok yardımcı oldu.
İlk hedefimiz Plovdiv, yani Filibe.

Haskovo’yu uzaktan gördük, bir tepenin yamacına kurulmuş. Önümüzde 260 kilometrelik bir yol var. Burgas’dan Filibe’ye otobanda gidiyoruz. Hava oldukça güzel ve yolda araç yoğunluğu yok. Sohbet ede ede gidiyoruz. Önümüzde göz alabildiğine dümdüz bir ova var. Çok uzaklarda kobalt mavisi dağlar kır manzarasını tamamlıyor. Her taraf ekili, nadasa bırakılmış bir alan göremiyorum. Yeşillerin arasına kanola bitkisinin serpiştirilen sarı rengi, tabloya ayrı bir güzellik katıyor.. Yol boyu uzanan tarlaların, Türkiye’dekilerden daha büyük olduğunu gözlemliyorum. Yanından geçtiğimiz köylerin dışındaki çayırlarda otlayan koyun, inek sürülerini gördüğümüzde kendi aramızda ‘İşte bu ineklerin sütü içilir.’ tespitinde bulunduk.
Filibe’ye varınca önce kalacağımız yere gittik.
Biraz dinlendikten sonra şehir merkezine doğru yürümeye başladık.
Bulgarlar; evlerle, yollarla, çok çeşitli yapılarla ağacı, yeşili dengeli olarak harmanlamışlar. İnsan, şehir merkezinde mi yoksa kocaman bir parkta mı yürüdüğünün ayırdına varamıyor.

Türkiye’de olduğu gibi beton yapılar insanın üstüne üstüne gelmiyor. Yürürken adım başı önümüze koskoca parklar çıkıyor. Parklar, Bulgar toplumunun değer verdiği kişilerin büstleri ve heykelleriyle doldurulmuş. Nazım Hikmet, “Sofya’dan” adlı şiirinde şöyle diyor:
Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
hele kavak,
neredeyse odaya girip
kırmızı kilime oturacak...
Sofya şehri, büyük mü?
Şehirler gülüm, caddeleriyle değil,
anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
Sofya büyük bir şehir...
Nazım’ın Sofya için söylediğini Bulgarlar tüm kentleri için geçerli kılmışlar. Gidip, gördüğümüz bankında oturarak kuş seslerini dinlediğimiz parkları, heykellerle, büstlerle süslemişler. Havanın güzel olduğu günlerde ailelerin, gençlerin gezerek hava aldığı, eğlendiği parklar tertemiz ve bakımlı. Yerlerde ne bir kağıt, ne izmarit ne de poşet var. Herkes çöpünü çöp kutularına atmaya özen gösteriyor.
Filibede Osmanlı döneminden kalmış camiler ve kubbeli yapılar var.
Gezdik, fotoğraf çektik, yürüdük, yorulunca bir lokantaya oturup yemek yedik.

Sabah kahvaltımızı evde yaptıktan sonra yola koyulduk.
Bugün hedefimizde Veliko Tarnovo var. 250 kilometre yol gideceğiz.
Yol boyu aralıklı olarak yağmur yağdı.
Veliko Tarnova, vadi içine kurulmuş tarihi bir şehir.

Kent merkezini geçtikten sonra tepelere doğru tırmanmaya başladık. Kalacağımız yeri bulmakta epey zorlandıktan sonra bulduk. Bahçe içinde iki katlı villa gibi bir ev. İçi dışından daha güzel. Tüm eşyalar yeni alınmış gibi tertemiz ve odalar konforlu.
Balkondan ayaklarımızın altında uzanan kenti seyrettikten sonra atalarımızın, 1870’lerde olan Osmanlı-Rus Harbi sonrasında terk ettikleri Dobromirka köyünü görmeye karar verdik. Köy, Veliko Tarnovo’ya yaklaşık olarak 30 kilometre uzaklıkta. Aralıklı yağan yağmur eşliğinde köye vardık.

Köy, oldukça büyük. Türklerden hiçbir iz kalmamış. Kilisesi, okulları, bayrakları ve anıtlarıyla bir Bulgar köyüne dönüşmüş. Arabayla bir uçtan diğer uca dolaştıktan sonra geri döndük.
Yemek saati geldiğinde gönlümüze göre bir lokanta bulmakta zorlanınca daha önce yol kıyısında gözümüze çarpan dönerciden kızarmış tavuk almaya karar verdik. Evde kurduğumuz masada kendimize bir güzel ziyafet çektik.
Sabah kalktığımızda yağmurun dindiğini görünce sevindik.
Bugün de hedefimizde Tuna kıyısındaki Rusçuk var.
Rusçuk, tarihi bir kent.

Tuna’nın karşı yakası Romanya…
Kalacağımız daire, bir sanat galerisi gibi dekore edilmiş. Duvardaki tablolarıyla, mekan aydınlatmasıyla, nişlerin içine yerleştirilen heykelleriyle, sanat dergileriyle dolu olan kitaplığı ile çok hoşuma gitti.
Yürüyerek kent merkezine indik. Parkları, meydanları, trafiğe kapalı caddelerde gezindik, akşamüzeri Tuna’yı yukarıdan seyrettik.
Ertesi gün 18 Mayıs’ta Romanya’nın başkenti Bükreş’e gitmek üzere yola koyulduk.
Tuna’nın üstüne kurulan asma köprüyü geçtikten sonra Romanya topraklarına girdik. Bükreş’e varıncaya kadar aynı Bulgaristan’da olduğu gibi dümdüz bir ovada yol aldık ve başkente doğru giderken Çavuşesku- Tito karşılaştırması da yaptık.
Bükreş’te, sosyalizm döneminden kalma dikdörtgen prizması şeklinde bir blokun 6. katındaki dairede kalacağız. Bulgaristan ve Romanya’da kentin değişik yerlerine serpiştirilmiş bu tür yapılar, halen bu ülkelerin konut sorunlarına yanıt vermeye devam ediyorlar. Dışarıdan bakıldığında eski, kırık dökük duran bu binalar oldukça sağlam yapılmış.
Kalacağımız daire; temiz ve bakımlı.
Biraz dinlendikten sonra kent merkezine taksi ile gitmeye karar verdik.
Şimdi Parlamento Binası diye adlandırılan Çavuşesku’nun Sarayı yakınındaki Opera Binası önünde indik.

Opera Binası önünde kendi aramızda konuşup fotoğraf çekerken yanımıza uzun boylu biri yaklaşarak Türkçe, Türk olup olmadığımızı sordu. Yanıtı aldıktan sonra “Erdoğan, Türkiye’yi Orta Doğu’ya götürüyor.” diye bir saptamada bulundu. Bizden onay alınca bir öğrenci gibi kımıldamadan “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım!” diye başlayıp sonuna kadar öğrenci andını okudu. Andın sonunu iyice vurgulayarak “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek bitirdi. Ardından da “Kırım Tatarı bir Türk’üm” dedi.
Türk dili öğretmeniymiş.
Birlikte Atatürk’ün büstünün olduğu yere gittik, fotoğraf çektik, sonra dondurma yemek için bir kafeye oturduk.
Kırımlı rehberimizden ayrıldıktan sonra kenti gezdik.
Tarihi taş yapılı kocaman binaları, anıtları ve parklarıyla Bükreş, çok güzel bir şehir.
Eve dönüşte bindiğimiz taksi bizi kazıklamaya çalıştı. Bizden 60 Euro istedi, uzun itirazlar sonunda 20’ye kadar indi. Fazla olduğunu bilmemize rağmen daha fazla didişmeden ücreti ödedik.
Bir şeyler almak için markete girdiğimizde fırtına eşliğinde kuvvetli bir yağmura yakalandık. Islanmamak için marketin kapısı önünde yarım saatten fazla beklemek zorunda kaldık.
19 Mayıs sabahı, Bulgaristan’ın Varna kentine gitmek için yola koyulduk.
Bükreş’ten Rusçuk’a geri dönerek Rusçuk üzerinden Varna’ya yöneldik.
2-3 saatlik bir yolculuktan sonra Karadeniz’i gördük.
Varna, deniz kıyısında orman içine kurulmuş bir şehir.

Kaldığımız daireden 100 metre uzaklıktaki büyük bir parka girdik. Park içinde dolaştıktan sonra aşağıda uzanan Karadeniz kıyısına indik, kumsalda yürüyüp dalgaların sesini dinledik.

Bilindiği gibi Nazım Hikmet’in Varna üstüne yazdığı şiirleri var. Bunlardan bazılarını bestelendi. 2 Haziran 1957 yılında yazdığı “Bor Oteli” adlı şiirinde şöyle diyor:
Şu Varna’da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok:
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından, parlaklığından,
kumlukta hışırtısından ölü dalgaların ,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunlarıyla hışırtısı;
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
İstanbul’dan çıkıp
Boğaz’ı geçip
odamı dolduran anıların yüzünden
...
Geldiğimiz yoldan geri dönerek trafiksiz alanda cadde boyu gezindik.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra yolculuk yine başladı.
Varna’dan sonra deniz kıyısını izleyerek başladığımız yer olan Burgaz’a geri döndük. Karadeniz kıyısındaki yerleşim yerlerinde Türkiye’deki gibi tatil köylerinin, sitelerin yükseldiğine tanık olduk. Parası olanla, yoksulların arasına beton bloklarının girmesi, kapitalizmin bir kuralıdır. Deniz kıyılarının kamuya ait olup herkesin kullanımına açık olması, kapitalizmin ruhuna aykırıdır. Bu kuralın en vahşisini biz, Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşayarak, görüyoruz.
Burgaz’dan Gül’ü de alarak aynı gün içinde Türkiye’ye geri döndük.
Bu gezi, Bulgar ve Romen toplumlarını tanımak ve yaşayış biçimlerini görme açısından yararlı oldu. Gezinin fikrini ortaya koyan Nedret- İsmail çiftinin gezi boyunca bizlere yoldaşlık etmelerine Gültekin ailesi olarak teşekkürü bir borç biliriz.
Gül’ün evini açıp bizleri konuk etmesine ve konaklama noktalarını doğru seçmesine de ayrıca teşekkür ederiz.