Genel

Atlantik’ten Kaçarken Avrasya’da Boğulmak…

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin değerli aydınlarından birisidir. İlk baskısı 1968 yılında yapılan,Türkiye’nin Düzeni” isimli kitabının “ Tanzimat Reformları” bölümünde şöyle diyor:

…1838 Antlaşması gibi, Tanzimat reformları da, İngiltere tarafından empoze edilmiştir. Şüphesiz, can ve mal güvenliğinin sağlanması, idarede ve vergi sisteminde reformlara girişilmesi, ticaret, ceza vb. Alanlarında yeni kanunlar hazırlanması, toprak sisteminin ıslahı vb. Bağımsız kapitalist gelişme yoluna girebilseydi, Türkiye’nin de kendiliğinden el atması gereken reformlardı. Ne var ki, açık Pazar şartlarında bu reformlar, esas bakımdan, Batı kapitalizminin çıkarlarına hizmet etmekten ve Türkiye’yi sömürgeleştirmekten başka sonuç vermemiştir.
Tanzimat, vitrindeki Batılı görünüşe bakılarak, Batılılaşma hareketi diye hâlâ övülür. Hareketin baş mimarı Mustafa Reşit Paşa, “büyük” sıfatıyla anılır. Yalnız bu Batılılaşma, sömürge ve yarı-sömürge hâline getirilen bütün Avrupa dışı ülkelerde görülen cinsten bir Batılılaşma, bir uydulaşmadır.
Reşit Paşa, Tanzimat’tan sonra bol sayıda örnekleri görülecek olan yeni tip bir devlet adamıdır. Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek idarede kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığırını açmıştır. Reşit Paşa’nın koruyucusu, Türkiye’de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların Sultanı” denilen İngiliz Büyükelçisi Lord Stratford Canning’dir. Tanzimat reformlarının gerçek mimarı, Lord Stratford’dur. “Lord Stratford’un Türkiye Hatıraları” adlı kitapta, ‘Canning’in yardımıyle kabul edilmiş yasaları uygulamayan paşalar, tepetaklak olurlardı’ denilmektedir. Yine aynı kitapta, Caning’in Bâbıali’deki nüfuzu şöyle anlatılmaktadır: ‘Büyükelçinin kendilerini ziyaret edeceğini öğrenen nâzırlar, girecek delik arıyorlardı. Reşit Paşa hariç, Büyükelçinin karşısında yılgınlığa kapılmayan kimse yoktu. Öbür devlet elçileriyle görüşme yapıldığı zaman, oyalama kaytarma çareleri pekâlâ yürüyordu, ama Caning BabIâli’de boy gösterdiği zaman, memurları bir korkudur alıyordu. Vezirazam bile acele toplanıp, arzularını öğrenmek üzere telâş ve tereddütle bu azılı İngiliz’in yanına koşuyordu.

Doğan Avcıoğlu Tanzimat reformları bölümündeki diğer bir sayfada Atatürk’ün şu çarpıcı cümlesine yer vermektedir:

…Tanzimat hareketi, hukuk planında dahi, Batılılaşma değil, Batı’nın sömürgesi olma hareketidir. Atatürk, bunu çok iyi değerlendirmektedir: ‘…Sultan Abdülmecit zamanında, belki Reşit Paşa’nın onayıyla, daha doğrusu ülke içinde isyan ocağını körüklemekte olan müslüman olmayan unsurları hoşnut etme zorunluluğundan, bunların hoşnutluğunu kendine gerekli kılan Avrupa’nın ve batının karşısında bir şey yapmak gerekli oldu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu meydana çıktı’ Lord Stratford’un Türkiye anılarında da reformun baş amaçlarından birinin, ‘reayayı(Hıristiyanlar) Sultanın en hür, en gözde uyrukları’ yapmak olduğu ileri sürülerek, Atatürk’ün görüşü doğrulanmaktadır. Okadar ki, ‘Ermeniler, Rumlar, Amerikan misyonerleri, İzmir ve İstanbul tüccarları, Caning’i nasıl öveceklerini bilemiyorlardı.’ Gerçekten, İngiliz Büyükelçisinin perde arkasından yönettiği Tanzimat reformlarından Türkiye’de yararlananlar, paşaların yanı sıra, Batı kapitalizminin yerli komisyonculuğu rolünü yüklenen Rum ve Ermeni aracılar olmuştur…

Durumun daha iyi anlaşılabilmesi için alıntı kasten uzunca tutuldu. Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, dönemin sömürgeci devletlerinin deyim yerindeyse oyuncağı, maskarası olmuştu. Osmanlı devlet bürokrasisi, kendi devletinden daha çok yabancı ülke elçilerine hizmet eder hale gelmişti. Osmanlı’nın çökerek tarih sahnesinden çekilmesine değin bürokrasideki bu gelenek, az sayıdaki birkaç istisna hariç sürdü, gitti. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Kurtuluş Savaşı sonunda Cumhuriyet kuruldu. Savaşı sürdüren ve cumhuriyeti kuran esas olarak eski Osmanlı bürokrasisiydi. Atatürk, bürokrasinin yabancı ülkelerle beraber iş tutma, ülke çıkarlarına ihanet etme huyunu iyi bildiğinden dolayı, Cumhuriyet’i koruma görevini gençliğe emanet ederken:

…Ülkenin içinde iktidara sahip olanlar duyarsızlık, sapkınlık ve hatta ihanet içinde bulunabilirler. Üstelik bu iktidar sahipleri, kişisel çıkarını işgalcilerin siyasi istekleriyle birleştirebilirler…

Diyordu. Nitekim, Atatürk’ün ölümüyle hemen başlayan ihanet çizgisi Türkiye’yi bugünlere kadar getirdi. Ülke, Batı Atlantik Sisteminin adeta sömürgesi haline dönüştürüldü. Üst düzey devlet bürokrasisi yurt dışı ve yurt içi eğitimden geçirilerek ajanlaştırılırken karşı duranlar ise çeşitli kumpaslarla tasfiye edildi. Ankara’daki bürokratlar, Osmanlı bürokratları gibi Batının güçlü ülke elçilerinin ağızlarına bakar oldular. Bürokrasi, kendi ülkesinin çıkarlarına yabancılaşırken toplumsal anlamda etkinliği, gücü olan partiler, sendikalar, meslek örgütleri dini kurumlar da emperyalizmin etki alanına sokularak dönüştürüldü. Seçimlerde iktidara aday olan parti liderleri ABD’de “düşünce kuruluşlarında” görücüye çıkarak güven aldıktan sonra seçim kampanyalarına başlamaları gelenek haline geldi. Emperyalizim yalnızca iktidar partilerini değil muhalefeti de uygun biçimde dizayn eder. MHP ve CHP’ye yapılan kaset operasyonlarını hatırlayınız.

İşte… Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye Başkanları görevlerinden alınıp, yerlerine kayyum atanması sonrasında “www.peymakurd.com” tarafından yayınlanan ve yukarıda anlatılan 1938 sonrası Türkiye’nin siyasi rotasını ortaya koyan çarpıcı bir haber:

…Kayyum atamalarına karşı tutumlarının net olduğunu ve bu konuda yürütülen çalışma ve görüşmelerin devam ettiğini anlatan Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta HDP heyeti ile yaptığı görüşmesinde konunun yabancı ülke büyükelçileriyle görüşülerek uluslararası alana taşınması önerisinde bulunup bunu teşvik ettiğini anlattı. Kılıçdaroğlu ile yapılan bu görüşmeden iki gün sonra da görevden uzaklaştırılan Van, Mardin ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları Ankara’da AB büyükelçileriyle bir görüşme gerçekleştirdi.

Şimdi kendimize soralım: Basına kapalı gerçekleştirilen toplantı ne anlama gelir? Demek ki 181 yıl sonra, Tanzimat Fermanı’ndan bu yana dönüp dönüp aynı yere gelmişiz.Yabancı elçiler, Türkiye’nin vazgeçilmez bir parçasıymış meğerse…

Türkiye, Batı Atlantik Sisteminin sadık bir üyesi olarak üstüne düşen görevleri lâyıkıyla yerine getirirken, Sovyet Sisteminin çökmesiyle birlikte Batı kapitalizminin Sovyet Sistemi’ne karşı ileri karakol görevini sürdüren Türkiye’ye yeni görevler, misyonlar yüklenmeye başlandı. 1990’lı yıllarda ABD, dünyanın tek süper devleti olarak “Yeni Dünya Düzeni” adı altında ulus devletleri ve halkların sınıfsal, ekonomik, sendikal, sosyal güvenlik vb. haklarını hedef alan büyük bir saldırı başlattı. Fas’dan Afganistan’a kadar yirmiden fazla ülkenin sınırları ve siyasal rejimleri değiştirildi ve değiştirilmeye devam ediliyor. Dünya egemenliğini sürdürebilmek amacıyla ABD , kendisine her alanda rakip olan Rusya ve Çin’e karşı politikalarını keskinleştirdi. Bu planlar, Rusya ve Çin’i ekonomik, siyasi ve askeri yönden kuşatarak etnik, dinsel yönden parçalama planlarıydı. Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Yogoslavya gibi ülkeler, George Soros’un finanse ettiği, “Açık Toplum Vakfı”nın organizatörlüğündeki “turuncu devrimler”in olumsuz etkilerine maruz kaldılar. Devamında 11 Eylül Saldırısı bahanesiyle, ABD Afganistan’ı işgal etti.

Gelin şu sorunun cevabını arayalım: ABD’nin, AB’nin, özellikle Almanya’nın, Japonya’nın, İsrail’in koştura koştura Asya steplerine gitmesinin sebebi ne olabilir?

1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra bu devletin içinden Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan olmak üzere beş Türk Cumhuriyeti meydana geldi. Ayrıca Tataristan, Başkurdistan, Altay, Yakutistan gibi Rusya Federasyonu’na bağlı 14 Federal Türk Devleti ve altı tane de özerk Türk Bölgesinin idari yapısı oluştu. Türk Cumhuriyetlerinin ve Türk halklarının yaşadığı coğrafi bölgeler zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olduğundan ötürü dünyanın bütün güçlü ülkelerinin ve uluslararası şirketlerin dikkatini çekmektedir. Türk coğrafyası, petrol, doğalgaz, altın, bor, kömür, gümüş, mermer gibi yeraltı maden kaynaklarının yanı sıra zengin su kaynakları ve ekilebilir tarım alanlarına sahiptir.

Çarlık Rusya’sı döneminde, Türkistan ya da “Turan” diye adlandırılan çok geniş alanlar Çarlık Orduları tarafından işgal edilmişti coğrafi alanların, yerlerin Türkçe olan adları değiştirilerek Ruslaştırıldı. Türk halklarına çeşitli baskı ve zulümler uygulandı. Türklere, Çarlık iktidarı yıkılana kadar medresenin dışında okul açmak yasaktı. Lenin’in deyişiyle; “Çarlık Rusya’sı zulüm ülkesi ve milletler hapishanesi”ydi. 1917 Ekim sosyalist Devrimi sonrası kullanılan Türk ve Türkistan kavramları 16 Eylül 1924’te kaldırıldı. Yüz yıllarca Türkistan olan yerin adı “Orta Asya yapıldı. Bu kavramı Batılı ülkeler ve Çin’in yanında Türkiye olarak bizde de benimsendi. Stalin dönemi uygulamalarıyla Türk halkları, Azeri, Özbek, Tatar, Kazak, Türkmen, Çuvaş, Başkurd gibi boylara ayrıştırıldı. Her birine ayrı bir etnik grup oldukları telkin edildi. Eğitimde kullanılan alfabedeki sesler her bölgede farklılaştırılarak dil birliği ortadan kaldırılmak istendi. 1900’ lü yıllarda birbirleriyle Türkçe’yle iletişim kurabilen Türk halkları Rusça’yı kullanmadan anlaşamaz hale geldiler. Bu yazının konusu, “Sovyet Dönemi Politikaları” olmadığından dolayı daha sonra ayrıntılarıyla açıklamak üzere şimdilik yalnızca değinmek yeterli olacaktır.

Oldukça uzun sayılabilecek bu girizgâhtan sonra izah edilmek istenen temel konuya gelmiş bulunmaktayız:

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

70  ⁄    =  7

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.