Eğitim

Yozlaştırılan Türkçemiz

Dilimiz yoksa ulusumuz da yoktur.

Lise edebiyat derslerinden bildiğimiz, tanıdığımız,  Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah adlı eseri şöyle başlar:

Bir gün  ‘Mirat-ı Şutun’ sahib-i imtiyazı Hüseyin Baha Efendi, matbaaya çehresinde bir şaşaa-i fevkalade parıldayarak girdiği zaman dört nüshadan beri devam eden sanayi-i  dahiliye makalesinin altına intiha kelimesinin ya’sını bitmez tükenmez bir hattı-ı medit  suretinde çekmekle meşgul olan sermuharrir Ali Şekib’e demiş idi ki…

İlk baskısı 1897 yılında yapılan kitaptan alınan bu uzun cümlenin tam anlamını, bugün söyleyecek bir babayiğit zor bulunur. Yaklaşık 100 yıl önce Konstantinopolis şehrinde oturan biraz mürekkep yalamış münevverler(!) ve saray ahalisi, yukarıda yer alan cümleye benzer cümleler kurarak konuşuyorlardı. Biraz Arapça, biraz Acemce, biraz da Türkçe karışımından Osmanlıca meydana gelmişti. Bu karma dile bir de – girilen ticari, kültürel ilişkiler sonucunda- Fransızca, kareyi tamamlarcasınadördüncü olarak katılmıştı. Fransız dili ve kültürü o dönemin Osmanlı münevverlerini derinden etkilemişti. Fransa’da uzun dönem yaşayan veya Fransız misyoner okullarından mezun olanların, kültürel olarak devşirilmesi ve kendi toplumuna yabancılaşması sonucu tuhaf bir insan tipi ortaya çıkmıştı. Fransız gibi olmaya çalışan ama bir türlü olamayan bu insan tipine frankofil deniliyordu. İçinden çıktıkları kabuğu beğenmeyen bu kestanelerin garip konuşma ve davranışları o yıllarda alay konusu oluyordu. Yüz yıl önce Fransa’dan ve onun kültüründen etkilenen Osmanlı aydınının yerini ne yazık ki, bugün ABD’den etkilenen ve Amerikalı gibi konuşan sözde aydınlar aldı. Siyaset diline girmiş, Batı emperyalizminin ağzıyla konuşan bürokrat ve aydını(!) tanımlayan “monşer” kavramı o günlerden bu günlere kadar varlığını devam ettirdiği gibi bu gün bile karşı tarafı suçlamada bir araç olarak işe yarıyor.

Kurtuluş Savaşı, Türk ulusunun uluslaşma sürecinin bir parçası olduğundan aynı zamanda bir Türk Devrimi’ydi. Uluslararası siyasal literatürde Fransız Devrimi, Rus Devrimi, Çin Devrimi gibi tanımlamalar yapılır ve aynı zamanda 1920’lerde Türkiye’de yaşanan sürecin adı da Türk Devrimi olarak ifade edilir. Yabancı uzmanların rahatça ve doğru olarak kullandığı bu deyim, Türkiye’ye gelince sansüre uğramaktan bir türlü kurtulamıyor. Türk’e ait her şeyden nefret eden her soydan ve siyasal görüşten kimseler,  bu tanımlamayı hiç sevmezler ve bu kavramı söyleyene de iyi gözle bakmazlar. Onların bu davranışı, Osmanlı sarayının Türk’e olan düşmanlığına ne kadar da benziyor. Ülkemizde anlı şanlı, yedi düvele karşı ilk bağımsızlık savaşı verilmesi anlatılır ama bu Kurtuluş Savaşı’nı veren ulusun adı bir türlü söylenmek istenmez. Bugün CHP yönetimine kaset operasyonuyla getirilen güruha silah zoruyla bile olsun içinde Türk ulusu sözcüklerinin yer aldığı cümleleri kolay kolay kurduramazsınız. Bu partinin afişlerinde, söyleminde, parti binalarında bol bol Atatürk resimleri vardır ama Atatürk’ün ulusunun adı ve Atatürk’ün düşünceleri yoktur. Atatürk’ün kurduğu parti bu durumda ise diğerleri daha berbat durumda olduğu rahatlıkla söylenebilir. AKP, İP ve MHP’de Atatürk’ün değeri;  aynı kasap, manav dükkanlarındaki  Atatürk resimlerinin değeri kadardır.

Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’ndan sonra çağı yakalamak için birbiri ardına devrimler gerçekleştirildi. Bu yapılan devrimlerden biri de; Dil Devrimi’ydi. Geçmiş yüz yıllarda Arap ve Acem etkisi altına giren Selçuklu ve Osmanlı hanedanları,  Türkçe ile olan gönül bağlarını da koparmışlardı. Selçuklu sarayında Farsça konuşulup, devlet yazışmaları Arapça yapılıyordu.  Karaman Beyi’nin: “Çarşıda pazarda Türkçe konuşulsun” demesi var olan gerçeği değiştirmiyordu. Osmanlı sarayında da padişahlar gözdelerine Farsça şiirler yazıp Osmanlıca konuşuyorlardı. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı öncesinde Şah İsmail’e yazdığı mektupta;  “Ben Sultan Beyazıt oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk” diye hitap ediyordu. Osmanlı sarayında Türk olmanın karşılığı “eşek” olmaktı.

Yüzyıllar sonra bir devlet yöneticisi Türk olduğunu söyleyerek, aşağılanmış, örselenmiş diline de sahip çıkarak ona hak ettiği yeri veriyordu. “ Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyundurunduğundan kurtarmalıdır(1930)” diyen Atatürk dil alanında çalışmaları başlattı. Türkçeye girmiş olan Arapça, Farsça sözcüklerin yerine Türkçe sözcükler türetildi. Atatürk’ün bu yoldaki çabalarına karşı çıkanlar oldu. Onlar bu çalışmalara; “Bizi geçmişimizden, kültürümüzden koparır” gerekçeleriyle karşı çıkıyorlardı. En çok da kendilerini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan çevrelerin dil devrimine kaşı olmalarının araştırılması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.

Bugünden geriye doğru baktığımızda dil alanında doğru işlerin başarıldığını görüyoruz. Atatürk çok yönlü, kültürlü, çağı yakalamış bir aydındı ve aynı zamanda Türk ulusunun bilgesiydi. O dönemde basılmış Fransızca asıllarından ve başka dillerdeki eserlerin çevirilerini okuyarak, notlar alarak çevresindekileri de yönlendiriyordu. Okuduğu beş bine yakın kitap ve yetenekleri onu çağının ötesinde bir lider yapmaya yetiyordu. Yürüttüğü gündelik devlet işlerinin yanında ayrıca oturup bir de geometri kitabı yazmıştı. Yazdığı bu kitap, ondan sonra gelenler tarafından unutturuldu. Nedense ilkokuldaki çocuklara “…Matematik öğretmeni küçük Mustafa’ya: ‘Senin adın Mustafa, benim de adım Mustafa…” masalları anlatılır da geometri kitabı yazdığı anlatılmaz. Geometri kitabının varlığından matematik dersi öğretmenlerinin birçoğunun haberi bile yoktur. Atatürk, o zamana kadar kullanılan Osmanlıca matematik terimlerinin Türkçe karşılıklarını bulup yazdığı kitabında kullanmıştır. Dil devriminin neyi başardığını aşağıda yer alan örneklere bakarak daha iyi anlıyoruz.

“Osmanlıca – Türkçe:
• Mekan-Uzay
• Satıh-Yüzey
• Kutur-Çap
• Nıf-ı kutur- Yarıçap
• Kavis-Yay
• Zâviye- Açı
• Re’sen mütekabil zaviyeler-Ters açılar
• Zâviyetan’i  mütabâdiletân-ı dâhiletan- İç ters açılar
• Kaaide-Taban
• Ufkî –Yatay
• Şâkuli-Düşey
• Kaim zaviyeli müselles-Dikey üçgen
• Tamamlayan zaviye- Tümey açı
• Murabba- Kare
• Maksumunaleyh-Bölen
• Taksim-Bölme
• Haric-i kısmet-Bölüm
• Kabiliyet-i taksim-Bölünebilme
• Zarb-Çarpı
• Amudi-DikeyMazrup-Çarpan
• Mazrubata tefrik-Çarpanlara ayırma

• Muhit-i daira-Çember
• Tarh-Çıkarma
• Aşar’i- Ondalık
• Kat’ı mükafti- Parabol
•Ehram-Piramit
• Menşur-Prizma
•İhtisar-Sadeleştirme
•Suret-Pay
•Mahrec-Payda
• Hatt-ı mümas-Teğet”

Bütün bilim dallarında terim sözlükleri oluşturuldu. Türkçe;  tüm bilim dallarında eğitim yapılan bir dil haline getirildi. Dil yaşayan bir organizma gibidir. Her an değişip, dönüşür. Eğer gereken ilgi gösterilmezse başka şeylerin etkisiyle de yaşayan dil unutularak ölü diller listesinde yerini alır. Dil alanında çalışmalar yürütmek amacıyla Türk Dil Kurumu kuruldu. Aynı zamanda doğru bir tarih bilinci olmayan ulusların yok olduğunu bilen Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nu kurdu. Bu iki kurum, 1980’e kadar varlıklarını iyi kötü devam ettirebilseler de 12 Eylül Askeri Darbesi’ni yapan Amerikancı generallerin hışmına uğradılar. Batılı dostları, darbeci generallerden bu iki kurumunda kapatılmalarını istiyorlardı. Nitekim, bu iki kurumun özerk yapıları değiştirilerek birer devlet kurumuna dönüştürüldü.  Tarihsel bilinci olmayan dili yozlaşan bir ulusun ayakta kalması olanaksızdır. Binlerce yıl öncesinden seslenen Konfüçyüs, “Bir milleti yok etmek istiyorsanız işe önce dil ile başlayın.” diyordu. Bu gerçeği bilen Kenan Evren çetesi, bol bol Atatürk lafları ederek Atatürk’ün çok önem verdiği iki kurumu yok ederek işe başladı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun resmi olarak varlığını sürdürmeleri kimseyi yanıltmasın. Bu iki kurumda 1980’den bu yana işlevsiz ve ölüdürler.

12 Eylül’ün Kenen Evren’den sonra en önemli şahsiyeti hiç kuşkusuz Turgut Özal’dı. Kendisi, Türkiye’yi Batı kapitalizmine çözülmez bağlarla bağladığını söyleyerek övünürdü. Bu şişman adam, tabelalarda ve kurum adlarında “Türkçenin dışında başka bir dil kullanılamaz” yasağını kaldırdı. Yasağın kalkmasından sonra her tarafta İngilizce, Fransızca, son zamanlarda Türkiye’ye getirilen Arapların gelişiyle; Arapça tabelalar, dükkan, mağaza isimleri aldı, yürüdü. Bu konuyla ilgili partilerden herhangi bir tepki yok! Türkiye’nin her sokağına, caddesine varıncaya kadar yayılmış olan kirlenmeden hiç kimse söz etmiyor.

Türk ekonomisi bugün itibarıyla yabancılar tarafından ele geçirilmiş durumdadır. Mülkiyeti Türklere ait kurum ve kuruluşların sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Onların da ekonomi içinde bir ağırlıkları yoktur. Bankalar, sigorta şirketleri, fabrikalar, madenler bir kenara dursun yediğimiz yoğurt, ketçap içtiğimiz şişe suyu bile yabancı şirketlerin elindedir. İş böyle olunca siyasette, kültürel yapı da bu gerçeklik üzerinden şekilleniyor. Medyada yapılan reklamlarda Türkçe katlediliyor. Bu konuda en ufak bir kısıtlama ve engelleme yok! Yılmaz Erdoğan’ın, Gülse Birsel’in oyunlarında ağzını yaya yaya, abuk sabuk konuşan, toplumda kolay kolay göremeyeceğimiz tipler her akşam ekrana çıkarılıyor. Yapılan bu işe de sanat diyorlar. Sanat bu olunca Banu Alkan da sanatçı oluyor. Özellikle kadınların merakla izlediği dizilerde yerel ağızla konuşmalar abartılarak sunuluyor. Düzgün bir Türkçe ile karşılıklı konuşmaların olduğu dizi nerdeyse yok gibi. Topluma sunulan örnekler böyle olunca doğrusunu bilmeyen vatandaş bu örneklere bakarak onlar gibi konuşuyor. Reklamlar, diziler bir yana en ciddi programlar bile içler acısı durumda. Diğerlerinden vazgeçtim, Halk TV, TELE1 gibi Atatürkçü(!) kanallar bile Türkçeden sınıfta kalıyor. Her iki kanalda da zavallı Kani Beko’nun adını doğru telaffuz eden bir sunucuya tanık olamadım. ile ka’nın farkında bile değiller. Dilimize Farsçadan, Arapçadan girmiş sözcüklerin söylenişleri hemen hemen tümüyle yanlış. Örneğin: “azami, Adile, Halit”  sözcüklerinde yer alan “a” harfinin uzatılarak söylenmesi gerektiği bilinmiyor. “p,ç,t,k” gibi sert sessizle biten sözcükler sonlarına ek aldıklarında yumuşatılarak okunur. Örneğin: “Zonguldak’ın”, “ Zonguldağ’ın” olarak söylenir. HALK TV’de Timur Selçuk’un sanatını anlatan programcı: “ Timur Selçuk’un ölümsüz eseri…” derken aynı kuralı çiğnediğinin farkında bile değil.

“Efendim, bunca sıkıntımız, derdimiz varken bu kadarcık hatayla ne uğraşıyorsun?” gibi bir itiraz öne sürülebilir. Bu konudaki cevabı çağlar ötesinden Konfüçyüs veriyor:

“…Çünkü dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen, istenilen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen eylem yapılmaz; eğer istenilen yapılmazsa, sanat ve ahlak bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa; halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen hakkında doğru karar verme olanağı ortadan kalkar. Böyle bir durumu önlemek için dil her şeyden önemlidir.”

Yukarıda yer alan düşünceyi destekleyecek en güzel örneği, CHP’li Sarıyer Belediyesi vermiş. Kültür Müdürlüğü birimi olan, sanat festivalleri düzenleyen belediyede;  hiç kimse, duyuru panolarındaki Türkçe hatasını kimse görmemiş veya önemsememiş. Ülke, belli sınırlar arasındaki kara, deniz ve hava alanlarını ifade eder. Baş sağlığı, insan ve insan topluluklarına dilenir. Olması gereken doğru cümle: “Türk ulusunun başı sağ olsun!” olmalıydı. “Türk” alerjisi olan anlayış, Türkçeyi katletmede, saçma sapan bir cümle kurmada bir sakınca görmüyor.

Dildeki bu yozlaşma ve kirlenme o kadar büyük boyutlara ulaştı ki nerdeyse insanlar birbirinin ne söylemek istediğini anlamaz oldular. Bu cümleyi destekleyebilecek sonuçlara varan bir araştırmayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bingöl Üniversitesi Öğretim Görevlisi İlkay Yıldız’ın, “ Bingöl Gazetesi’nin manşet haberlerinde haber ve yazım yanlışları(Bir içerik analizi çalışması) adlı çalışmasının yalnızca sonuç ve değerlendirme bölümünden bazı kısımları sunuyorum:

…Bu çalışmadan elde edilen sonuçlar şu şekilde sıralanabilir:

Bingöl Gazetesi en genel anlamda haber yazma kurallarına uymamaktadır.

Bingöl Gazetesi yazım ve noktalama işaretlerine uygun haber yazmamaktadır.

Toplamda 14 haber incelenmiştir. İncelenen 14 haberde ise 46 haber yanlışı bulunmuştur. 46 yanlışın bulunması çok yüksek bir rakamdır.

Haber yanlışlarına bakıldığında en çok noktalama işaretlerinde hatanın yapıldığı görülmektedir. Toplamda 16 noktalama yanlışı yapılmıştır. Noktalama işaretlerindeki hatayı anlatım bozuklukları takip etmektedir. Haberlerde 7 adet anlatım bozukluğu bulunmaktadır. Daha sonra ise 6 adet haber, haber yazma kurallarına uygun yazılmamaktadır. Saatlerin yazımı ve kısaltmaların yazımına ait 3’er haber yanlışı bulunmaktadır. 2 adet yazım hatası, 2 adet uygun olmayan fotoğraf ve tasarım eksikliği de gazetedeki hatalardan bazılarıdır. Büyük harflerin yazımına ait 4 adet hata varken, haberler genellikle edilgen yapılı yüklemlerle yazılmaktadır.

Anlatım bozuklukları genellikle kelimelere gelen yanlış eklerden kaynaklanmaktadır.

Özellikle manşet haberlerdeki hata oranının yüksek olması gazete açısından olumsuzluk oluşturacak bir durumdur. Çünkü gazetenin iç sayfalarına geçmeden gazete hakkında iyi     sonuçlar çıkarmamaktadır…

Journalofsocial.com- 13. 05. 2019

Halka dönük bir çalışma yürüten bir basın kuruluşunun durumu bize çok şeyler anlatıyor. Türkçedeki yozlaşmanın farkına varan(!) yüz beş AKP milletvekili, 01.01. 2007 tarihinde TBMM Başkanlığına; “Türkçedeki Bozulma ve Yabancılaşmanın Toplumsal Birlik ve Beraberliğimiz Üzerindeki Etkileri” adlı bir araştırma önergesi vermişler. Gerekçe bölümünde şöyle demişler:

…Ancak bilinçli ya da bilinçsiz yabancı kelime kullanma hastalığından kendimizi kurtaramadık. En önemli milli varlığımız, farkında olmadan yavaş yavaş elimizden kayıp gitmektedir. Günlük konuşmalarımızda ‘uyum’ yerine ‘adapte’, ‘çaba’ yerine ‘efor’,  ‘büyük’ yerine ‘makro’, ‘küçük’ yerine ‘mikro’, ‘torba’ yerine ‘poşet’ gibi pek çok kelimenin Türkçesi yerine yabancı dildeki karşılıklarını kullanır olduk. Ayrıca ‘Rumeli’ yerine ‘Roumelie’, ‘Durak’ yerine ‘DoRoch’, ‘Paşa’ yerine ‘Pahsa’ ve ‘Eylül’ün’ yerine ‘Eylül’s’ gibi Türkçe veya Türkçeleşmiş kelimeleri yabancı dil kurallarına göre yazarak kullanmak sıradanlaştı. Daha da vahim olanı ise ‘evet’in yerini ‘yes’ler ve ‘okey’ler aldı, vedalaşmalarımız ‘bye bye’larla yapılır oldu. Dilimize karşı kayıtsızlık ve özenti maalesef işadamlarımızı ve esnafımızı da etkilediğinden üretilen mal ve ürünlerin isimlerinde, ticari unvan ve adlarda yabancılaşma süratle artmaktadır. Şehirlerimizin cadde ve meydanlarında dolaşıldığında, mağaza ve işletmelerin isimlerine bakıldığında nasıl bir kirlenme yaşadığımız rahatlıkla görülebilmektedir.

https://www.halideincekara.com/2009/02/27/turkcedeki-bozulma-ve-yabancilasmanin-toplumsal-birlik-ve-beraberligimiz-uzerindeki-etkileri-ile-alakali-sunulan-onerge/

Bu alıntıyı okuyan bir kişi, okudukları satırların iktidara muhalif bir köşe yazarının görüşleri olduğunu sanır. Oysa bu tespitleri yapanlar iktidar partisi milletvekilleridir ve önergenin üstünden tam 13 yıl geçmiş. Geçen yıllar Türkçeyi daha fazla yıpratıp, yozlaştırmış. Son başbakan Binali Yıldırım, konuşmasının bir yerinde: “Türkçeyi elbirliğiyle bir güzel katlettik!” tespitinde bulunmuştu. Son başbakan, Öğretmenler Günü dolayısıyla gittiği bir okulda tahtaya bir türlü “öğretmen” sözcüğünü bir türlü yazamamıştı. Cumhuriyetin kurucusunun beş bine yakın kitap okuduğunu belirtmiştim. Özal, bir soru üstüne, “Teksas, Tommiks dışında başka kitap okumam” demişti. Cumhuriyet, beş bin kitapla başlayıp, Teksas ve Tommiks’le sürüp, okur ama yazar olmayan bir başbakanla sona ermişti.

Denizli Valisinin basın açıklamasındaki yazım hataları üç açıklamayla ancak düzeltilebilmişti.

Ardından Maliye Bakanı, Berat Albayrak’ın kamuoyuna yaptığı yazılı açıklama ile sarsıldık. Bu açıklamalarla Yeni Osmanlı sevdalıların Türkçe özürlü oldukları sonucu çıkarılır mı bilemiyorum. İşin garibi bu açıklamaya sosyal medyadan 600 bin beğeni gelmiş. Demek ki Türkçesi Berat Bey’den daha kötü olan vatandaşımız da varmış.

Sosyal medya kullanan bir milletvekilimiz, Türkçeye taklalar attırıyor.

Berat Bey’den boşalan Maliye Bakanlığı koltuğuna Yıldız Tilbe oturtulmalıydı. Türkçeyi kullanma becerisi ve ekonomi bilgisi sayesinde bu koltuğu hak ediyor.

Sağlık Bakanlığı, verem hastalığı ile ilgili bir slogan bulup sağa sola asmış. Bu sloganı okuyan bazı hınzırlar başka sonuçlar çıkarmışlar.

CHP’li Maltepe Belediyesi sosyal belediyecilik anlayışıyla bu sloganı pankart yapıp asmış. Pankart asılınca da basının diline düşmekten kurtulamamış.

Kamuya açık alanlarda Türkçeyi istenilen biçimde kullanmak serbest olunca böyle cinsel göndermeleri olan TV yayınları de oluyor.

Bir başka örnek:

Sonuç olarak; dünyada 250 milyondan fazla konuşanı olan ve 5. Büyük bir dil olan Türkçemiz, Türkiye’de bazı ellerle maskara edilmiştir. Her geçen gün daha fazla yıpratılıp, yok edilmeye çalışılmaktadır. Atatürk 1932 yılında; “ Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz.” demesine karşılık devlet kurumları olumlu hiçbir adım atmamaktadır. Aksine okullarda Türkçenin dışındaki dillerle eğitim yaygınlaşmaktadır. Türkçe ile her dalda bilimsel eğitim yapılabildiği halde bugün nerdeyse Türkçe eğitim veren üniversite kalmamıştır. Eğitim dili ile yabancı dil öğrenimi birbirinden farklı şeylerdir. Başka ulusun diliyle eğitim sömürgelerde ve cetvelle çizilmiş ülkelerde uygulanmaktadır. Dünyaca ünlü fizik profesörümüz Oktay Sinanoğlu bu gerçekleri anlatmak için çırpındı durdu. Dildeki bu yozlaşma her geçen gün artarken Kendisine Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı, cumhuriyetçi gibi sıfatlar yakıştıranlar durumu sadece seyrediyorlar. Bu partilerin gündeminde “Türkçenin yozlaşması” diye bir sorunları yok! Ne yazık ki her konuda ahkâm kesen köşe yazarlarımız, aydınlarımız da partiler gibi davranıyor. Aklını ve kalemini küreselci güçlere satmış sözde aydınlar bir yana, bu alandaki sorunların ayırdına varamamış yurtseverlerin uyanmaları ve “Dil yoksa ulus da yoktur” bilinciyle hareket etmeleri bir zorunluluktur.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

  +  79  =  89

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.