Tarih

6-7 Eylül Olayları Neden Oldu?

Bütün çevreler, aynı yalanı tekrar edip duruyorlar.

Arama motoruna “6- 7 Eylül Olayları” yazıp tıklandığında karşımıza tek bir kalemden çıkmışçasına aynı öyküyü anlatan onlarca haber sitesi çıkıyor. Bu haber siteleri içinde liberal, solcu, sosyalist, milliyetçi, dinci olanları var. Her ne kadar görüşlerinin, birbirlerinden çok farklı olduğunu iddia etseler de sanki bir uçağın denize çakılma anına tanık olmuşçasına aynı cümleleri kurarak aynı öyküyü tekrar edip duruyorlar.

1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde İstanbul’da çıkan olaylarda resmi makamlara göre 11 kişi öldü. 30 kişi yaralandı, 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ve içlerinde otel, fabrika, bar gibi 5.317 yapı saldırıya uğradı.

İzmir, Adana, Ankara gibi illerde de çıkan olaylar güvenlik kuvvetlerince çabuk bastırıldı.

Bu kadar geniş boyutlu olan olayları çıkaranlar, on binlerce Rum vatandaşın canına, malına kast edenler kimlerdi?

Bu konuda sosyalist Evrensel gazetesi şöyle diyor:

6-7 Eylül saldırısının temel hedefi, T.C. vatandaşı Hırıstiyan ve Musevilerin demografik ve ekonomik yapıdan tasfiyesidir. ‘Can ve mal güvenliği’nin imhasıyla hedeflenen gerçekleştirildi. İstanbul’un binlerce yıllık emeği- kültürü berhava edilerek, bugünkü Türk-İslam İstanbul var edildi.

Kürtçü Rûdav’a göre ise olayın aslı şöyle idi:

Araştırmalar, 6-7 Eylül saldırılarının planlı olduğunu, gayrimüslim azınlıklara yönelik yağmalama, saldırı, gasp ve yıldırmayı amaçladığını ortaya çıkarıyor. İnsan hakları savunucuları ve araştırmacılara göre, 6-7 Eylül pogrumu ‘devletin planlı ve devam eden bir politikasıydı’. Sonuç ve etkileri bakımından ‘başarılı’ oldu.

Sosyalistlerimize ve Kürtçülerimize göre, Türk devletinin ırkçı, tekçi bir anlayışla hareket ederek kendisinden farklı olanı kanlı bir şekilde tasfiye etme operasyonuydu. Liberal solcuların dergisi İletişim yayınlarından çıkan “6-7 Eylül Olayları” kitabının yazarı Dilek Güven, kitabın tanıtım bölümünde görüşlerini özetleyerek şöyle diyor:

Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, homojen bir ulus -devlet olma politikası çerçevesinde ‘vatan topraklarını Türkleştirmek’ adına yürüttüğü faaliyetler, gayrimüslim azınlıkların aleyhine işleyen bir süreci de beraberinde getirmiştir. Kendisinden sürekli kötülük beklenen ‘gavur’a karşı daima teyakkuz halindeki Cumhuriyet, ne yazık ki zaman zaman hukuk dışı yollara sapmaktan da geri durmamıştır. Türkiye tarihinin en karanlık ve utanç verici olaylarından birisi olan 6-7 Eylül 1955’te yaşananlarda, basit bir tahrikle açıklanamayacak kadar planlı, sistemli ve düzenli gerçekleşmişti. Yaşanan yağmalamalardan, yıkımlardan, talanlardan doğan maddi zarar bir yana, manevi anlamda ülkenin kozmopolit yapısı bir daha geri dönülemez biçimde parçalanmış, aslında buralı binlerce insan vatanlarını terk etmek zorunda kalmıştı…

Sosyalistlerimiz, Kürtçülerimiz, Liberal Solcularımız bizlere değişik cümlelerle aynı fikri savunup duruyorlar. Onlara göre Türk ulusu, üniter bir devlet kurmakla çok büyük bir suç işlemişti. Ulus devlet olma düşüncesi, Türklere katliamlar, soykırımlar yapma suçlarını işletiyordu. Türkler bu ırkçı düşünceden hemen vazgeçerek aynı Osmanlı’da olduğu gibi “Çok uluslu, çok kültürlü, çok dilli” bir devlet modeline geçmeliydi.

Siyasi yelpazede yer alan CHP’li yöneticiler, solcular, HDP  de bu görüşü savunuyor.

Yukarıda yer alan düşünceler aynı zamanda AKP’nin de düşünceleridir. Eylül’ün 6’sında ve 7’sinde a haber ve CNN’de yayınladıkları belgeselde Rum mağduriyeti üstünden Türk düşmanlığı yaptılar. AKP, bugünemperyalizmin tavsiyeleri doğrultusunda milyonlarca Arap’ı, Afgan’ı, Afrika’lıyı Türkiye’ye sokarak, yazar Banu Güven’in çok istediği “kozmopolit bir Türkiye” yi inşa ediyor. Şeriatçıyı, solcuyu, Kürtçüyü, liberali Cumhuriyet’e ve Türk ulusuna düşmanlık temelinde birleştiren güç, emperyalizm ve siyonizmdir. Aynı davranışı 6-7 Eylül Olayları’nı değerlendirmelerinde de görüyoruz. Bu konuyla ilgili olarak çekilen filmlerde, belgesellerde, yazılan kitap ve makalelerde aynı yalanlar sıralanırken gerçek suçlular gizleniyor. Geçen yıl çekilen ve çok izlenen Kulüp dizisi de bu konuyu işlemişti.

O dönemde Rum azınlığa karşı yapılan bu kanlı eylemin organizatörleri arasında resmi ve sivil görevliler bulunuyordu.

Türk basınının amiral gemisi Hürriyet’te, İhsan Yılmaz imzalı yazıda şunları dile getiriyor:

Türkiye tarihinin en karanlık ve utanç verici olaylarından birisi, 6-7 Eylül 1955’te yaşandı. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı haberiyle başlayan olaylarda başta Rumlar olmak üzere gayrimüslim vatandaşın işyerleri, evleri, ibadethaneleri hatta mezarları tahrip edildi. 66 yıl önce yaşanan o iki utanç gecesi, tarihimizde kara bir sayfa olarak kaldı.

7 Eylül 2021 tarihli Hürriyet gazetesi, 6-7 Eylül Olayları’nın Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması istekleri yüzünden çıktığını belirttikten sonra bu durumdan yararlanan Demokrat Parti’nin provokasyonu  organize ettiğini yazıyor. Suçluları sıralarken de İstanbul Ekspres gazetesi sahibi Mithat Perin’i ve Kıbrıs Türktür Derneği’nin adlarını veriyor. Demokrat Parti’nin kışkırttığı ve İstanbul Ekspres gazetesinin körüklediği cahil kitleler Kıbrıs Türktür Derneği öncülüğünde iki gün İstanbul’da terör estirdiler. Olayların bilançosu ağır olunca ve işler kontrolden çıkınca hükümet, her zaman yaptığını yaparak solcuları suçladı ve o dönemin ünlü solcuları Aziz Nesin, Nihat Sargın, Asım Bezirci, Kemal Tahir gibi yazarları tutukladı.

Hürriyet gazetesindeki haber yorum yazısı, şu şekilde bağlanıyor:

Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum, Türkiye’den göç etti. Türkiye’nin, özellikle İstanbul’un demografik yapısı geri dönülmez bir şekilde değişti ve artık o kimliğin en önemli özelliklerinden birisi olan kozmopolit yapısını kaybetti.

Türkiye’nin “kozmopolit” yapısına ağıt, Hürriyet gazetesinde de karşımıza çıktı.

 Kürtçü, solcu, liboş çevrelerde ve sermayenin gazetesi Hürriyet’te aradıklarımı bulamayınca kendimi komünistlerin sayfalarına attım. Kapitalist sistemin düşmanı komünistler mutlaka bu duruma bir açıklık getirmişlerdir diye düşünerek TKP’nin sesi haber.sol.org.tr’deki konuyla ilgili yazıya baktım.

“Sermaye ve milliyetçilik el ele: 6-7 Eylül nasıl tezgahlandı?” başlıklı yazıyı okudukça tepemden kaynar sular dökülmeye başladı. Arama motorlarında konuyla ilgili yazılmış yüzlerce yazıda anlatılanlarla birebir aynı. Suçluları sayarken o dönemin istihbarat örgütü MAH, Demokrat Parti, İstanbul Ekspres gazetesi, Kıbrıs Türktür Cemiyeti, İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği adları sayılıyor. Bu arada yazıda kılavuzluk yapanın  liboş gazeteci Can Dündar olduğunu görünce tümüyle karamsarlığa kapıldım. Nasıl ümitsiz olmayayım? Yol gösterenin Can Dündar olduğu bir yolculuğun varacağı doğru bir liman yoktur. Nitekim yazı yanlışlıklar manzumesi gibi…

 Açık olarak isim vermese de TKP’ye göre bu işin sonunda sermaye, Rumların elinden alınıp Türk – Müslüman kesimlere verilmiş, böylece “Milli burjuva yaratma hedefinde bir aşama daha geçilmiş.”

Kıbrıs’lı Rumların Yunanistan’a bağlanması fikrini olumlayan yazarımız, İngilizlerin entrikalarını anlattıktan sonra olayların içinde yer alan Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Birgit’i özellikle aklamış.

TKP yayın organındaki bu yazının yukarıda yer alanlardan zerrece bir farkı yok. Aynı bakış açısıyla kaleme alınan bu görüşler, 100 yıllık sol, liberal, Kürtçü görüşlerin bir tekrarı olmuş. Türkiye’de farklı alanlarda siyaset yapan çevrelerin bir olayı değerlendirmelerinde aynı cümlelerle aynı sonuçlara ulaşmalarını nasıl açıklayacağız? Sabrınıza sığınarak uzun uzun bu farklı çevrelerin  konuyla ilgili düşüncelerini aktararak aynı düşünceden hareket ettiklerinin altını çizmeye çalıştım.

6-7 Eylül Olayları Hangi Koşullarda Patlak Verdi?

Liberal, Kürt ve Ermeni çevrelerinin bu konudaki siyasi miyoplukları bir nebze haklı görülebilir ama kendine solcu ve komünist diyenlerin siyasi tahlillerinde emperyalizm olgusuna rastlanmaması affedilecek bir durum değildir. Küreselleşmenin devasa boyutlara vardığı ve ulus devletlerin ayaklarının altındaki halının çekildiği koşullarda bir ülkedeki siyasal gelişmeyi o ülkenin siyasilerinin eseri olarak açıklamak, deyim yerindeyse en hafifinden aymazlıktır. Bizim solcuların en büyük yanlışlarından birisi, ülkede olan olayları; Demirel’le, Ecevit’le, Özal’la, Erdoğan’la, Kılıçdaroğlu’yla açıklamaya çalışmalarıdır. Bu tavır, emperyalizmin nesnelliğini kavramamayı hemen akla getirse de işin aslı; emperyalizmin sol içinde kurduğu kirli ilişkilerle düşünen beyinleri satın almakla açıklanabilir.

6-7 Eylül senaryosunun kanlı oyununda, Celal Bayarlar, Menderesler, Fatin Rüştü Zorlular, MAH, sahneye girip çıkıyor ve biraz da zorunlu olarak sahnenin bir yerlerinde İngilizler görünüyor. Bütün kurgu bu oyuncuların üzerinde… O dönemin yöneticileri, sorumluları sürece hakim olup  senaryoyu yazarak kendilerine başrol oyunculuğu mu verdiler?  Yoksa başkaları tarafından yazılmış bir senaryonun figüranları mı oldular?

İşte yanıtlanması gereken sorular bunlardır.

Kıbrıs adası, 6-7 Eylül Olayları’nın kilididir. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumunu anlamadan İstanbul’da yaşananlara doğru bir yorum getirmek olanaksızdır.

Kıbrıs, Lozan Konferansı’nda İngiltere’ye bırakılmıştı. Var olan Cumhuriyet hükümetleri, Lozan’dan sonraki tarihlerde Kıbrıs’ta olup bitenlerle hiç ilgilenmemişti. Bu davranışı, 1950’nin başında Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur.” diyerek dile getirmişti. Yalnız bu arada adanın demografik yapısıyla ilgili önemli bir gelişme yaşandı. 2. Dünya Savaşı’nda Alman faşizminin işgaline uğrayan Yunanistan’dan Türkiye’ye on binlerce Rum iltica etmişti. Türkiye’ye sığınan bu Rumları, İnönü hükümeti Kıbrıs’a göndererek Kıbrıs’ın demografik yapısını Türklerin aleyhine bozdu.

1950’li yıllar, emperyalizmin sömürgelere sözde bağımsızlık vererek yeni sömürgeci politikaları uyguladığı yıllardı. Dünyanın değişik bölgelerinde halklar isyan ederek bağımsızlıklarını sömürgecilere kabul ettiriyorlardı. Kıbrıs’taki komünist AKEL partisi öncülüğünde adanın İngiltere’den ayrılıp bağımsızlığını kazanması için mücadele sürdürülüyordu. Adanın çoğunluğunu oluşturan Rumlarla,Türkler birlikte mücadele ederlerken birden AKEL içindeki Rumların önemli bir bölümü, adanın Yunanistan’a bağlanması fikrini savunmaya başladılar. Bu tavır, Türklerde güvensizlik yarattı ve Türkiye’ye bağlanma düşüncesi ön plana geçti. Karşılıklı olarak düşman cephede yer alma beraberinde çatışmayı getirdi. Siyasal bölünmelerle ilgili olarak gözler, iki halkın çatışmasının ardında İngiliz sömürgeciliğini aradı. TKP, konuyla ilgili yazısında, Rum faşistlerin yönlendirdiği ve EOKA’nın “adanın Yunanistan’a bağlanması” fikrini olumlamasını siyasi literatürde bir yerlere sığdıramadım. Karşılıklı olarak çatışan ve ortak bir iş yapamayan halkların durumundan İngilizler yararlandılar ve halen de adadaki belirleyici konumlarını sürdürüyorlar.

Dünyada 300 yıl süren ve üzerinde güneş batmayan imparatorluk kurmuş olan sömürgeci İngilizler, halklar arasında düşmanlık yaratma ve çatıştırma konusunda epey deneyim kazanmışlardı. 1945’ten sonra egemenliği her ne kadar ABD’ye kaptırmış olsalar da her alanda çalışmalarını yürütüyorlardı. Türkiye’de İnönü ve Menderes yönetimleri üzerinde etkileri olan İngilizler, aynı zamanda Yunanistan’da da entrikalarına devam ederek kendi planlarını uyguladılar.

Türkiye, 1945’ten itibaren mutlak olarak ABD nüfuzu altına girmişti. Devlet bürokrasisi içinde  örgütlenme çalışmaları, Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle hızlandı. Orduda, poliste, bakanlıklarda, sivil örgütlerde Amerika’nın etkisi arttı.

Siyonizm Bu İşin Neresinde?

Yahudilerin Orta-Doğu’da kurdukları ilk devlet, Babil devleti tarafından yıkılmıştı. Esaret ve sürgünle sonuçlanan bu durumdan sonra yine yine kurdukları 2. devlette, Roma İmparatorluğu tarafından haritadan silinmişti. Yahudiler, kendi yurtlarını terk ederek 2 bin yıl süren bir sürgün dönemi yaşadılar. Son 3 yüz yıl içinde artarak devam eden siyonist faaliyetler, 20. yüzyılda meyvesini vermesiyle birlikte Orta-Doğu’da Filistin toprakları üstünde 3. Yahudi devleti kuruldu. Dünya sermayesi içinde önemli bir payı olan ve devletler üstünde nüfuzlu Yahudilik, arkasına dünyanın yeni patronu ABD’yi de alarak devletleşti. 14 Mayıs 1948’de İsrail kuruldu.

Emperyalizm açısından İsrail’in güvenliği her şeyden daha değerlidir.

Kuruluşundan sonra gelişen olaylar ve Arap-İsrail savaşları, bize bunu doğrulamıştır ve tarihsel süreç içinde İsrail’in güvenliğini tehdit eden tüm oluşumlar, İsrail veya emperyalizm tarafından ortadan kaldırılmıştır. Üç tarafı düşman Araplar tarafından çevrili İsrail’in tam karşısında Kıbrıs adası bulunmaktadır.

 Kıbrıs, Akdeniz’de İsrail’in çıkış kapısıdır.

Bu yüzden siyonist çevreler açısından kapının güvenli eller tarafından tutulması çok önemlidir. İsrail ve siyonizm, Kıbrıs’ın kimin elinde olacağı konusuyla yakından ilgilenerek kendi çıkarlarına uygun adımlar her zaman atmıştır.

İsrail ve dünya siyonizmi Kıbrıs’ın tek bir devletin kontrolünde olmasına her zaman karşı çıkmıştır. Aynı İngiliz emperyalizmi gibi Kıbrıs’ın parçalı durumundan her zaman yararlanmasını bilmiştir. Son zamanlarda adanın Rumlar eliyle AB’nin kontrolüne girmesine karşı çıkarak Türkiye’yi desteklemiştir.

Türk tarihi ve Yahudilik açısından önemli olan bir olay, 15. yüzyılda yaşandı.

İspanya’da katliama uğrayan Yahudiler, bir anlaşma sonucunda Osmanlı topraklarına getirildiler. Akdeniz’de ticareti elinde bulunduran Yahudiler, İstanbul, İzmir, Selanik, Bursa gibi kentlere yerleştirildiler. Sarayla iyi ilişkiler içinde olan Yahudiler, özellikle 1870’lerden sonra devlette çok önemli konumlara geldiler ve sonraki dönemde siyasal gelişmelerin belirleyicisi oldular.

Osmanlı döneminde Sabatay Sevi adlı bir Yahudinin kendisini mesih ilan etmesinden sonra buna karşı çıkan Yahudi din adamları, padişaha şikayetçi oldular ve yargılama sonucunda Sabatay Sevi’ye, ya idam olma ya da Müslüman olma şartı dayatıldı. Sabatay Sevi de canının kurtarmak için Müslüman olmayı seçti. Gerçekte Yahudi olan ama dışa karşı Müslüman gibi davranan bir inanç grubu ortaya çıktı. Kendi topluluğu içinde evlenen, iki dinli ve iki yüzlü olan bu cemaat,  ticaretle zenginleştiler. Son yüzyılda uluslararası siyonist hareketle de birlikte adım atarak Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde devleti kontrol eder bir duruma geldiler.

Atatürk’ün 1938’de tasfiye edilmesinden sonra bir çok alanda kontrolü ele geçirdiler.

Türkiye’nin büyük burjuvazisi onlardan meydana geliyordu.

Bu kesimim Türkiye’deki lakabı; Beyaz Türkler’dir.

Basın alanında ilk 5 büyük gazetenin sahipliği de onlardaydı.

İsrail 14 Mayıs 1948’de kurulmuştu.

İsrail’in kuruluşundan iki hafta önce de Türkiye’de (1 Mayıs 1948’de) Hürriyet yayın hayatına başladı.

Sedat Simavi tarafından kurulan gazete, her zaman Sabataycı çevrenin amiral gemisi oldu. Sedat Simavi’nin 1953’de ölmesinden sonra gazetenin yönetimini ortaklaşa sürdüren Haldun Simavi ve Erol Simavi, gazeteyi aynı anlayışla yönetti.

Sedat Simavi, gazetenin sahibi olarak kurulduğu ilk günden itibaren Kıbrıs konusunu gündeme taşıyarak bir ulusal sorun haline getirerek o dönemin gençlik kitlesini etkilemeyi başardı. Gazetenin ısrarlı yayımlarıyla Türkiye’de yaşayan Rumlar, Patrikhane, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar ve  Makaryos hakkında olumsuz haberler yapılarak hedef gösterildi. “Kıbrıs Türktür” sloganı temelinde gençlik ve kitleler duyarlı hale getirildi. O dönemde yayımlanan; Hürriyet, İstanbul Ekspres, Vatan, Akşam ve Zafer gazeteleri aynı içerikte yayımlar yaparak 6-7 Eylül Olayları’nın psikolojik zeminini oluşturdular.

“Atanın Evine Bomba Atıldı.” haberini yaparak ve 6 Eylül günü 100 binlerce baskı yaparak İstanbul sokaklarında dağıtılan İstanbul Ekspres gazetesinin kurucuları arasında Mithat Perin, Osman Karaca ve Abdi İpekçi’yi görüyoruz. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü Gökhan Sipahioğlu’dur. Gökhan Sipahioğlu, o gün gazetenin haber kalıplarını değiştirerek “bomba” haberini girerek provakasyonun fitilini ateşlemişti. O gün gazete 296 bin adet basılmıştı.

Mithat Perin ve Gökhan Sipahioğlu MAH üyesiydiler.

Abdi İpekçi de basının ünlü Sabatayistlerinden biriydi.

Kıbrıs Türktür Cemiyeti, 1954 yılında kuruldu.

Cemiyetin yönetim kurulunda Hürriyet gazetesinin yazı işleri müdürü, avukat Hikmet Bil’i görüyoruz. Ünlü Sabatayist gazeteci Ahmet Emin Yalman da yönetim kurulunda yer alıyordu.

Yeni Sabah gazetesi muhabiri Orhan Birgit, derneğin 2. başkanıydı. 6 Eylül günü dağıtılan bildiriyi kaleme alan kişi, Orhan Birgit’ti. Orhan Birgit, sonradan yaptığı hizmetin bedeli olarak Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığına getirildi, CHP’de görevler aldı.

Derneğin genel sekreteri Kamil Önal, Milli Emniyet Hizmetleri üyesiydi.

Kıbrıs Türktür Cemiyeti, kurulduğu yıl DP Hükümetinden 350 bin, daha sonra 200 bin lira almıştı.

O dönemin ünlü sloganı “Ya Taksim, Ya Ölüm!” dü. Bu ad altında Kıbrıs’ta ve Türkiye’de mitingler yapılarak kitleler harekete geçirildi. 1950’den beri devam eden “Kıbrıs Sorunu” daha da devam edecek gibi görünüyor. Dünya siyonist lobileri; Türkiye’deki, Yunanistan’daki ve dünyanın diğer alanlarındaki siyasi, ekonomik güçlerini kullanarak  Kıbrıs’ta bir çözümün oluşmasına izin vermemişlerdir. Adada çözümsüzlük, her zaman İsrail’in planlarına hizmet etmiştir. “Kıbrıs Sorunu ve Siyonizm” konusu, bir kitap boyutunda ele alınıp tartışılması gereken bir konudur. Kıbrıs Harekatları, Ecevit’in rolü, adanın şu andaki ekonomik, siyasi durumu ile ilgili kamuoyunda yalan yanlış bilgiler dolaşmaktadır. Şu anda Kıbrıs, hızla yeni bir İsrail olma doğrultusunda ilerlemektedir. Yahudiler adanın kuzeyinde ve güneyinde Toprak satın alarak yerleşiyorlar. Kıbrıs’ın ekonomisi, uluslararası Yahudi finans çevrelerinin elindedir. Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin Türkiye’ye, Rumların da Yunanistan’a gönderilecek bir çözümün, gelecek yıllarda masaya gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

6-7 Eylül Olayları’ndaki siyonizmin ayak izlerini, komplosunu Türkiye’deki yazılan makalelerde, araştırmalarda bulamazsınız. Bu konuyla ilgili yazılmış kitaplarda, çekilen dizilerde, yazılan köşe yazılarında suçlanan Türkler ve Türk milliyetçiliği olmuştur. 6-7 Eylül öncesinde siyonist proje doğrultusunda şartlandırılmış kitleler, bir piyon olarak sokaklara sürülmüştür. Yahudi, Sabatayist kişilerin yaptığı “Türk milliyetçiliği”, siyonizme hizmet etmiştir. Türkiye’nin kakavan solcuları, sokaklardaki yığınların sloganlarına ve kimliğine bakarak siyaset yaptıklarını ve tez ürettiklerini sanıyorlar. “Kıbrıs Türktür” sloganı atarak sokaklarda yağma ve talan edenleri “faşist” ilan ederek linç ediyorlar. Onlar sokakta gördükleri piyonları suçlayarak perdenin arkasındaki vezirleri, şahı göremiyorlar. Aynı körlüğü, Hrant Dink cinayetinde kullanılan BBP partili tetikçiden hareket ederek arkadaki FETÖ ve ABD’yi fark etmeyen  solcuların saptamalarında görüyoruz. Burnunun önündekini göremeyen solculuğun zaafı, Kürt, Ermeni, Yahudi  etnik ve dini grupların kontrolünde olmasıdır. Türkiye’de yapılan solculuk, küresel çetenin bölge planlarına hizmet ediyor. Yazının başında yer alan değişik siyasal çevrelerin 6-7 Eylül’le ilgili saptamalarının bire bir örtüşmesi de bu yüzdendir.

Döne döne Türkiye’deki solculuğun, milliyetçiliğin, dinciliğin, Atatürkçülüğün emperyalizmin, siyonizmin kontrolünde olduğu gerçeğini haykırmamızın nedeni de budur. Horozlu Ayna’yı diğerlerinden ayıran en önemli fark da budur. Bizler elimizden geldiğince sahte solculuğun, milliyetçiliğin ve Atatürkçülüğün maskesini indirmekten asla geri durmayacağız.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

73  −    =  71

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.