Tarih

Kızılderililer

Soykırıma uğrayan Amerikan yerlileri…

Amerika kıtasının gerçek sahipleri olan kızılderililerin Türkiye’de yaygın olarak tanınması, İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasına denk gelir. Atatürkçü bağımsız dış politikanın 1938’de terkedilip İsmet İnönü Hükümetinin kendini ABD’nin güvenli(!) kollarına atmasıyla birçok şeyimiz değişirken; milletçe yeni yeni alışkanlıklar da edindik. Önce İngilizler, sonra ABD ile yapılan anlaşmalarla Türkiye Batı kapitalizmine ekonomik ve siyasi olarak bağımlı kılındı. Amerikalılar önce eğitim sistemimize el attılar. İmzalanan anlaşma maddelerinden birisi; ABD’den alınan borç paranın Türkiye’de, ABD’nin tanıtımı için harcanacağı hükmünü içeriyordu. Yani daha açık olarak söyleyecek olursak; Amerikalılar Türkiye’de kendi reklamlarını bize yaptırırlarken, faturayı da biz ödüyorduk. Nasıl, ABD açısından çok iyi bir anlaşma değil mi? Yapılan tüm anlaşmalar bu bakış açısıyla oluşturulmuştu. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’ndan arta kalan hurda silah ve cephanelerin parası verilip satın alınırken, bu silahlar bozuk çıktığında da geri iade edip paramızı alma hakkımız yoktu. Yapılan anlaşmaları bir kenara koyup sonuçlarına baktığımızda o günün Türkiyesi’nde, günlük gazete ve dergilerde, toplantılarda, resmi törenlerde bol bol ABD övgüsünün yapıldığını görüyoruz.Siyasi liderler, “ Türkiye küçük Amerika olacak” diye hedef belirlemişlerdi. Dört bir yandan Amerikan kültürü insanlarımızın üstüne boca edildi. Tommiks 1956, Teksas,1957, Süpermen 1960’da yayın hayatına başladı. Sonrası, Kinova, Tex, Zagor, Killing, Batman, Foto Roman hayatımıza girip her biri bizim kültürümüzün(!) bir parçası oldular.

Ya Hollywood Sinemasına ne demeli… Sinema izlerken hem eğlendik, hem güldük. Seyrettikçe yeni yeni dostlar kazanırken, düşmanlar da edindik.O kovboy filmlerindeki uçsuz bucaksız çayırlarda bizon sürüleri, sığır sürüleri, kasabalar, banka soygunları, düello sahneleri bizleri oturduğumuz koltuktan alıp beyaz perdenin içine çekiyordu, adeta her bir sahneyi içinde yaşıyorduk. Sinemadan çıkıp günün gerçeklerine döndüğümüz de bile filmin etkisinden günlerce kurtulamıyorduk. Sinemanın boşluğunu, kısıtlı harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz parayla ikinci el Teksas, Tommiks kitaplarıyla doldurmaya çalışıyorduk.Kitap kahramanları, bizim gerçek kahramanlarımız olmuşlardı. Çelik Blek bir yumrukta dokuz İngilz askerini deviriyordu. Rodi’yi çocuk kahraman olarak çok seviyorduk. Arada sırada yaramazlık yaptığında, yaşlı teyzeler yüzüne elmalı turtayı yapıştırıyorlardı. Rodi, yüzündeki turtaları temizlerken ben de, elmalı turtanın tadının nasıl olduğuna dair derin derin düşüncelere dalardım. Profesör, çok bilgili bir adamdı. Tommiks; gençliği,çevikliği,attığını vuran silahşörlüğü ile kalbimizi kazanmıştı. Sevgilisi olan çilli yüzlü Suzi, onu hiç rahat bırakmıyordu. Bu arada sinemanın, çizgi romanların kötü karakterleri olan kızılderililerden ise hiç hoşlanmıyorduk. Masum insanların çiftliklerini basıp yakan, insanları attıkları oklarla öldüren, kafa derilerini yüzüp kemerine takan, ateş suyu içip içip sızan bu insanları nasıl sevelim? Tommiks, Çelik Blek, Kinova ya da filmdeki kovboy kahraman, kızılderilinin yüzüne her yumruk salladığında adeta biz vurmuş gibi seviniyorduk. Mahallede oyun oynarken herkes Çelik Blek, Tommiks, olamazsa Rodi olmak istiyordu. Kimse kötü roldeki kızılderili olmak istemiyordu. İşin sonunda hem kötü olmak, hem de bir araba dayak yemekte vardı. Genelde bu tür roller mahallenin en pasif çocuklarına kalırdı. Hollywood’un renkli, sinemaskop filmleri Türkiye’yi istila edince yerli Yeşilçam Sineması geri durur mu? Onlar da kolları sıvayıp, Amerikan filmlerinin kopyalarını bir bir üretmeye başladılar. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Filiz Akın, Türkan Şoray kimler yoktu ki…Drakula, Tarzan, Süpermen’in yerlileri(!) kültür dağarcığımızı zenginleştiriyorlardı(!). ABD ile Türkiye arasındaki bu kültürel etkileşim 1945’ten beri artarak devam ediyor.

Teksas, Tommiks, Hollywood derken asıl konudan biraz uzaklaştım galiba? Kızılderilileri anlatıyordum. Amerikan popüler kültüründen bize sunulan; tüy, totem, savaş boyası, barış çubuğu, savaş dansı, çadırlar,büyücü,kilimlerden vb. başka bir şeylerin olup olmadığına göz atmakta fayda var.

Tarihi İpek Yolu üzerine konan Osmanlı İmparatorluğu engelini bir türlü aşamayan Avrupa devletleri yeni bir yol arayışı içindeydiler. Kristof Kolomb 1492’de Bahama kumsallarına ayak bastığında, Hindistan’a vardığına inanıyordu. Tarihte ilk kez Avrupalılar, Amerikanın yerli halkı ile yüz yüze geldiler. Kolomb’un bir kaç seferiyle ve çevre keşifleriyle buraların el değmemiş zenginliklerle dolu olduğunu anladılar. Bu zenginlikleri yağmalamak için ardı ardına seferler düzenlediler.

Diyaz del Castillo; “Tanrıya ve hükümdarımıza hizmet için geldik buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik” diyerek asıl niyetlerini açıklıyordu. Altının, gümüşün kokusunun izini süren İspanyollar, Hernan Cortes komutasında Azteklerin başkenti Tenochtitlan’a girdiler. Aztek Kralı tarafından hediyelerle karşılandılar.Başkentleri 300 bin nüfuslu, mimari açıdan mükemmel bir şehirdi. Altını, mücevherleri gören İspanyolların gözlerini kan bürümüştü. Kral Montezuma’yı esir alarak, Aztek direnişini kırarak, kenti yağmaladılar. Bundan 15 yıl sonra , Francisco Pizaro komutasındaki İspanyollar Güney Amerika’daki İnka Krallığı’na ulaştı. İnka Kralı Atahualpa’yı esir alarak canının karşılığında 5 bin kilo saf gümüş, bir oda dolusu altın aldılar. Fidye ödenmesine rağmen kralı yine de öldürdüler. Altından, gümüşten yapılmış sanat eserlerini, yazılı levhaları eriterek kalıplara dökerken, bir medeniyeti de yok ettiler, insanları kılıçtan geçirerek katliamlar yaptılar. Fetihçi komutanlar yerli halkı, kutsal katolik inancına katılmaya çağıran uzun bir metni okuduktan sonra sözlerini şöyle bağlıyorlardı:

Reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizleri oyalamaya kalkıştığınız takdirde, sizi temin ederiz ki; Tanrının da yardımıyla, var gücümüzle üzerinize saldıracağız, amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacağız ve kilisenin ve hükümdarımızın egemenliği altına sokacağız. Sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı köle haline getirip satacağız. Hükümdarımızın emriyle bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız, mallarınızı alacağız ve sizlere elimizden gelen her türlü kötülüğü yapacağız.

Nitekim yaptılar da. Söylediklerinin yanında söylemedikleri başka başka kötülükler de yaptılar. Avrupa’dan getirdikleri çiçek hastalığı, frengi, veba gibi hastalıkların mikroplarını bulaştırdılar. Amerika’da hiç olmadığından dolayı yerlilerin bağışıklık sistemi bu anılan mikropları tanımıyordu. Yayılan salgın hastalıklarla milyonlarca insan öldü. Kötü yaşam koşulları, altın madenlerinde, tarlalarda köle olarak çalışma milyonlarca insanı silindir gibi ezdi, geçti.

Amerika Kıtasından, 1553-1660 yılları arasında İspanya’nın başkentine 185 bin kilogram altın, 16 milyon kilogram gümüş taşındı. Yeni keşfedilmiş kıtanın yağmalanmasına İspanyolların yanı sıra Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler’de katıldı. Amerika, Afrika, Asya ve Avusturalya’nın sömürgeleştirilmesi ve buralardan Avrupa’ya taşınan zenginliklerle Batı Uygarlığının temeli atıldı.

Amerika kıtasında “beyaz adamlar” geldiği yıllarda 70 milyonla 120 milyon arasında tahmin edilen bir nüfus yaşıyordu. Yüz elli yıl geçtikten sonra yerli nüfusun sayısı üç buçuk milyona inmişti. Öldürülen 25 milyona yakın insan kızılderiliydi. Avrupa kıtasından gelen yeni yerleşimciler bütün Kuzey Amerika kıtasına yayıldılar. Önlerine çıkan Kızılderilileri topluca katlettiler.

Dinsiz oldukları söylenerek katliam için gerekçeler yaratıldı. Yerli avcılığı teşvik edilerek kelle başına dolar ödendi. Kendi kültürlerini yaşatmaya çalışanlar cezalandırıldı. Kadınlar kısırlaştırıldı, hastalık mikrobu bulaştırılmış battaniyeler dağıtılarak toplu ölümler gerçekleştirildi. Akla hayale gelmeyecek şekilde, değişik yol ve yöntemlerle bir halk soykırıma uğratıldı. Amerikalı film oyuncusu Marlon Brando, “Baba” filmindeki başarısından ötürü Oskar Ödülü almıştı. Ödülü reddeden sanatçı ödül törenine bir Kızılderili kızı göndermiş yazdığı metni kıza okutmuştu. Yazdığı metinde Marlon Brando şöyle diyordu:

Soykırıma Uğrayan Bir Halk-AZTEKLER isimli Kitaptan alıntı:

…200 yıl boyunca toprağı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan Yerli halka şöyle dedik: ‘ İndir silahını arkadaş, gel birlikte oturalım.İndirirsen eğer silahını arkadaş, senle barıştan söz ederiz, senin hayrına anlaşırız birlikte.’ Silahlarını indirdiklerindeonları katlettik biz. Onlara yalan söyledik. Onları topraklarından koparmak için kandırdık. Onları açlığa mahkum ettik ki antlaşma dediğimiz ama hiçbir zamanda andımıza sadık kalmadığımız o hileli anlaşmaları zorla imzalasınlar. Onları, yalnızca yaşamın anımsayacağı kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük. Ve tarihi istediği kadar çarpıtılmış dahi olsa nasıl yorumlarsanız yorumlayın: Biz doğru yapmadık. Ne adil davrandık ne de dürüst. Onlara karşı ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de anlaşmalaarımıza sadık kalmak, çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma,mallarını gasp etme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken, onların yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu ki onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlaksızlıklarımız erdem oluyordu…

Fakat öyle bir şey var ki bu sapkınlığın ulaşamayacağı o da tarihin bir hükmü. Emin olun ki tarih bizi yargılayacaktır. Ama umrunuzda mı? O nasıl bir ahlaki şizofrenidirki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar bizim taahhütlerimizi tuttuğumuzu haykırırız da tarihin tüm sayfaları, Amerikan Yerlilerinin yaşamındaki son 100 yıl boyunca geçirdikleri tüm o aç susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam zıttını söyler..

Ne Marlon Brando gibi birkaç aydının itirafları, ne de “Kurtlarla Dans” filmi, yüzyıllarca süren Kızılderililer üzerinde uygulanan baskıları, zulmü, soykırımı örtmeye, çekilen acıları hafifletmeye yetmez. İspanyol tarihçi Bartolome de Las Casas Amerika kıtasının yağmalanmasına katılıp zengin olma hayalleriyle yeni kıtaya gider ve orada gördüklerini, yaşadıklarını 1542’de İspanya Prensi 2. Philip’e ber rapor halinde sunar.

Bartolome de Las Casas-Kızılderili Katliamı-Babıali Kültür Yayınları-2005 :

… Önceleri kılıçtan geçirdikleri, karınlarını yararak kolayca ve bazen sebepsiz öldürdükleri yerlilere, daha sistemli ve daha ‘yaratıcı’ işkenceler uygulamaya başlarlar: Kazıklara geçirmek, ızgaralar üstünde alttan verdikleri ateşlerle ağır ağır pişirerek öldürmek, vücutlarına kuru saman bağlayıp ateşe vermek, köpekbalıklarına atmak, çeşitli uzuvlarını kestikleri yerlilerini ayaklarından darağaçlarına asarak sergilemek, etoburlaştırdıkları köpeklerin önünde yerlileri koşturarak adeta av sürmek, annelerinin kucaklarından kopardıkları bebekleri tek hamleyle ikiye ayırmak ve daha akıl almaz bir sürü işkence…

Batılı ülkeler Afrika’dan getirdikleri köleleri tarım alanlarında insafsızca çalıştırdılar. Amerika’da yetiştirilen şeker kamışı en önemli tarım ürünüydü. Şeker kamışının yanında kakao ticareti de Avrupa’daki kasaları ağzına kadar parayla doldurmaya yetiyordu.Zengin, gelişmiş ülkelerle Amerikan Halklarının arasındaki sömürü ilişkileri çok fazla değişime uğramadan bugün de sürüp gitmekte…Dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip Venezüella devletine uygulanan ambargo sonucu insanlar açlığa sefalete mahkum ediliyorlar. Refah içinde yaşayan Batı toplumlarının maddi kaynağı, dünyanın geri kalan ulusların, halkların köleliği üzerinden sağlanmaktadır. Bu eşitsiz, adil olmayan sürece karşı dün olduğu gibi bugün de mücadele ediliyor. Emperyalizmin etnik, dinsel v.b. ayrıştırıcı diline, politikalarına karşı dikkatli olmak, birlikte tutum geliştirmek esas olmalıdır.

Ayrıca bugün, dünyaya insanlık dersi vermeye kalkan Batılı ülkelerin ikiyüzlülüğünü görerek geçmişlerindeki ve bugün de süren katliamcı politikalarına karşı durmak gerekir.

Yazar hakkında

Ferit Gültekin

Yorum bırak

78  ⁄    =  13

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.