2000’li yıllardaki Ecevit-Bahçeli Hükümeti döneminde çıkarılan yasalarla Türkiye, uluslararası kapitalist sisteme daha fazla bağlanmıştı.
Bu dönemde Meclis’ten geçirilen AB Uyum Yasaları ile Cumhuriyeti koruyan yasalar, ortadan kaldırılarak veya değiştirilerek Türk toplumu savunmasız bırakıldı ve sistem, dış etkilere açık hale getirildi.
O zamanlar ekonomiyi yıkan kazma, IMF’nin temsilcisi olan Kemal Derviş’in elindeydi.
“15 Günde 15 Yasa” sloganıyla, yakın dönemde iktidara getirilecek olan dinci yönetime uygun bir ortam hazırlandı.
Bu yasalardan birisi de basın-medya alanının yabancı sermayeye açılmasını içeriyordu. O döneme kadar yabancıların medya alanında yatırım yapması yasaktı.
Ecevit-Bahçeli ikilisi, yabancı yatırımcılara Türkiye’de medya alanında yatırım yapma olanağı sağladı.
Peki sonra ne oldu?
Sonrası malum…
Allem kullem derken bütün siyasal güç ve medya, Erdoğan’ın elinde toplandı.
Bir ülkede medyaya sahip olan güç, diğer alanlarda olduğu gibi vatandaşın düşüncesine de egemen olur. Her Allah’ın günü tekrar edilen yalanlarla toplum, belli bir amaç doğrultusunda koşullandırılır.
Bu medya gücüyle 2008li yıllarda Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar gerçekleştirildi ve etnik ve mezhep temelli bölünme, kadermiş gibi topluma benimsetildi.
Sonuçta bugün medyanın %95’i Erdoğan’ın elinde yer alırken, kuruluşu Londra’da gerçekleşen Halk TV, TELE1 ve Sözcü TV kanalları da muhalefetin sözcüsü oldular.
CHP’nin değiştirilmesi, dönüştürülmesi aşamasında bu kanallar, Atatürkçü, solcu çevreleri Cumhuriyetin değerlerinden, Kemalizm’den uzaklaştırarak Kürtçülüğün peşine taktılar.
Şimdi ihanetle suçladıkları Kılıçdaroğlu yönetiminin medya ayağını oluşturdular.
İngiliz aklıyla(!) hareket eden bu kanallar, Erdoğan yönetimine soldan hizmet ederek AKP’nin işini epey kolaylaştırdılar.
Bu saydığımız üç kanalın içinde yer alan Sözcü TV’yi, diğerlerinden daha farklı olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Kanalın yönetiminde etkisi olan Yılmaz Özdil’in çabasıyla, programlarda Türkiye’nin gerçeklerine bazen değinme fırsatı yakalandı ve Kürt Açılımı konusunda bazı gerçekler dile getirildi.
PKK’nın Silah Bırakma maskaralığının yaklaştığı günlerde ise Sözcü TV, susturularak açılımda “Çatlak bir ses” çıkarması engellendi.
Yapılan her programa Kürtçüleri dolduran Halk TV ve TELE1 kanalları ise 11 Temmuz’da adeta bayram programı yapar gibi yayım yaptılar.
Hele hele Merdan Yanardağ’ı bir görmeliydiniz.
60 yılın tipik solcusu, yaptığı konuşmalarla Pervin Buldan’a açık ara fark attı.
Solcu kılıklı gazetecilerin, yazarların, politikacıların hepsi, bir gün öncesinden koştura koştura Kuzey Irak’a gittiler.
Orada çektirdikleri fotoğraflarda ağızları kulaklarına varıyordu.
Onların pis pis sırıtışlarını sosyal medyada görünce dönek solcu köşe yazarı Gülay Göktürk’ün bir yazısını hatırladım.
Göktürk, köşe yazısında; kapitalizmin her türlü baskısından yılan ve makas değiştiren bir solcu olarak, güçlü olan emperyalizmin saflarına geçtiğini ilan edip “İlk defa hayatımda güçlü olmanın, güçlü olan tarafta yer almanın zevkini yaşıyorum.”diyordu.
Halk TV’de sunduğu televizyon programında masasına Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını koyan İsmail Küçükkoçkaya da, DEMli’lerle kol kola girerek “güçlü”olanın yanında saf tutuyordu.
Kimler yoktu ki orada?
Yunan diplomatın sevgilisi Nagehan Alçı da oradaydı.
Amerikancı Cengiz Çandar da oradaydı.
Hatta Amerika karşıtı olduklarını söyleyen Perinçek’in adamları da oradaydı.
Emperyalizmin, Cengiz Çandar’la Vatan Partilileri aynı fotoğraf karesinde buluşturması, doğrusu pek hoş(!) olmuş.
Sendika, dernek, parti yöneticileri, etnik milliyetçiler, mezhepçiler, cemaat temsilcilerinin tümü de oradaydı.
Velhasıl tüm Amerikancılar ve Siyonizmin destekçileri, tam kadro olarak sahnede yerlerini almışlardı.
Tarihi ana tanıklık ederek ve vücutlarıyla, gülüşleriyle, konuşmalarıyla sürece omuz veriyorlardı.
Türkiye toprakları üzerinde ise aynı gün Bahçeli, Öcalan’ı övgüler düzüyor, Öcalan da Bahçeli için “Atatürk’ten sonra devlet yönetimine gelmiş olan en büyük devlet adamıdır.” diye iltifat ediyordu.
Özgür Özel’in konuşmasının altına DEM Parti Eş Başkanı Bakırhan da imzasını atıyordu.
Ülkedeki siyaset meydanı, İsmail Dümbüllü’nün orta oyunu sahnesini hiç aratmıyordu.
Yalanlarla gerçekler, siyasal kimliklerle ihanetler, -mış gibi yapmalarla, Gülay Göktürk’ün hissettiği duygular hepsi iç içe geçmişti.
Ve bunların oluşturduğu koro, hep bir ağızdan bağırarak ülkeye “Barışın, demokrasinin” geleceği yalanını söylüyorlardı.
Söylüyorlar ama onların yüzlerinde iğreti duran demokrasi maskesini indirecek kanalların hepsi kapatılmış ve bütün köşebaşlarının tutulmuş olduğu koşullarda, ülkede tek bir “çıt” çıkmıyordu.
Ülkeye “Barış, özgürlük, demokrasi, hukuk”getireceklerini söyleyenler, yapılacak bir eleştiriden ve sorulacak sorulardan ödleri koptukları için şimdi kendilerinden olmayan herkesi susturuyorlar.



